Analiz
Camp Bucca'dan El Hol'e, CENTCOM neyi anlamıyor? Editör  
29 Aralık 2022 tarihinde, CENTCOM DAEŞ ile mücadele hakkında 2022 yılında yürütülen operasyonların başarısına dair bir basın açıklaması yayınladı. Yayımlanan basın açıklamasında, CENTCOM’un yerel partnerleri ile beraber Suriye ve Irak’ta DAEŞ’e karşı mücadelesi ve operasyonları hakkında bazı önemli sayısal veriler paylaşılmaktadır. 2022 yılında DAEŞ’ın lider kadrosu ve yönetici kadrosundan birçok kişinin etkisiz hale getirildiği ve yüzlerce DAEŞ militanın da etkisiz hale getirildiği aktarılmaktadır. Bu bağlamda yapılan değerlendirmede DAEŞ’ın terör saldırısı gerçekleştirme kapasitesinin ve niyetlerinin bozulduğu ifade edilmektedir. Tüm sene boyunca DAEŞ’e karşı Suriye ve Irak’ta 313 operasyonun gerçekleştirildiği belirtilmektedir. Söz konusu 313 operasyona dair ise şu detaylı bilgiler verilmektedir: Suriye’de ABD’nin yerel partneri Suriye Demokratik Güçleri’nin (YPG) toplamında DAEŞ’e karşı 108 operasyon gerçekleştirdiği aktarılmaktadır. Ayrıca Amerikan ordusunun kendi başına SDG/YPG olmaksızın 14 operasyon gerçekleştirdiği ifade edilmektedir. Söz konusu 122 operasyonun sonucunda Suriye hattında toplamında 466 DAEŞ mensubunun etkisiz hale getirildiği ve toplamında 215 DAEŞ mensubunun yakalandığı belirtilmektedir. Irak bağlamında verilen rakamlarda ise, Irak ordusunun DAEŞ’e karşı toplamında 191 operasyon gerçekleştirdiği söylenmektedir. Verilen bilgilerden Suriye’nin aksine, Irak’ta Amerikan ordusunun tek başına DAEŞ’e karşı operasyon gerçekleştirmediği anlaşılmaktadır. Gerçekleştirilen 191 operasyonun sonucunda Irak hattında toplamında 220 DAEŞ mensubunun etkisiz hale getirildiği belirtilmektedir. Ayrıca 159 DAEŞ mensubunun da operasyonlar sonucunda yakalandığı aktarılmaktadır. ABD, yerel partnerleri SDG/YPG ve Irak ordusunun DAEŞ ile mücadelede kritik bir öneme sahip olduklarını ifade etmektedir. Bir sene önce ABD’nin Irak’taki görev tanımının değiştiği ve bu yeni görev tanımı sonrasında Irak ordusunun tek başına DAEŞ ile mücadeleyi başarılı bir şekilde yürüttüğü ifade edilmektedir. Irak ordusunun büyük bir özveri ve profesyonellikle hareket ettiğini aktaran Amerikan generaller, yine de daha fazla yapılacak birçok işin olduğunu söylemektedirler. SDG/YPG hakkında ise DAEŞ ile mücadele için agresif bir iradeye ve kapasiteye sahip oldukları belirtilmektedir. DAEŞ’e yönelik yapılan değerlendirmede ise DAEŞ’ın üçe ayıran bir tanım yapılmaktadır. Birinci grup olarak DAEŞ’in mevcut mensupları ve yönetici kadrosu olduğu aktarılmaktadır. İkinci grup olarak ise hapishanelerdeki DAEŞ mensupları sayılmaktadır. Mevcut olarak Suriye’deki hapishanelerde 10 bin ve Irak’taki hapishanelerde 20 bin DAEŞ mensubunun olduğu ifade edilmektedir. Hapishanedeki DAEŞ üyelerinin kaçma ve dışarıdan baskınla kaçırılma teşebbüsleri önemli bir risk olarak tanımlanmaktadır. Bu bağlamda özellikle Ocak 2022’deki Haseke’deki Sina hapishanesine yönelik yapılan baskın ve bu baskında öldürülen 420 DAEŞ mensubu ve hayatını kaybeden 120 SDG/YPG unsurundan bahsedilmektedir. Üçüncü grup olarak ise El Hol kampında ve benzer daha küçük kamplarda bulunan 25 bin çocuktan bahsedilmektedir. DAEŞ ailelerinin çocukları olan bu nüfusun kampta ciddi bir radikalleşme tehlikesi ile karşı karşıya olduğu ve gelecekteki potansiyel yeni DAEŞ jenerasyonunun buradan çıkabileceği belirtilmektedir. Yapılan bu açıklamalar ve tanımlardan sonra her ne kadar DAEŞ ile mücadele için CENTCOM’un çalışmaya devam edeceği ve de-radikalizasyona önem vereceği ifade edilse de, CENTCOM’un kendi verileri ve tanımları DAEŞ ile mücadeledeki sorunları göz önüne sermektedir. Öncelikle Suriye’deki DAEŞ’e karşı gerçekleştirilen operasyonları ele alırsak (SDG/YPG’nin terör örgütü olması gerçeğini bir kenara bırakarak); gerçekleştirilen 122 operasyon sonucunda 466 DAEŞ mensubu etkisiz hale getirilmiş, fakat bunların 420’si Haseke hapishanesi çatışmalarında öldürülmüştür. Yani Suriye hattındaki diğer tüm operasyonlarda etkisiz hale getirilen DAEŞ mensubu sayısı sadece 46’dır. Bu gerçek aslında ABD’nin SDG/YPG ile DAEŞ’e karşı kurmuş olduğu ilişkinin ne denli başarısız olduğunu göstermektedir. SDG/YPG ABD’nin tüm desteğine rağmen 46 DAEŞ mensubunu tespit edip etkisiz hale getirebilmiş, fakat DAEŞ kendisi meydana çıkarak SDG/YPG’nin kontrolündeki hapishaneye baskın düzenlemiş ve baskına en az 420 DAEŞ mensubu katılmıştır. SDG/YPG’nin operasyonlardaki başarısının neredeyse dokuz katı bir rakam. Diğer önemli bir sorun ise CENTCOM’un kendi üçlü grup tanımına rağmen, DAEŞ ile mücadele bağlamında sadece birinci grup ile mücadele yürütmesidir. Örneğin ikinci grupta yer alan toplamında 30 bin hapishanedeki DAEŞ mensubu ve onların kaçma ve baskın sonucu kurtarılma tehlikesine karşı ne yaptığı meçhuldür. Ayrıca hapishanedeki bu DAEŞ mensuplarına yönelik – özellikle Suriye’de – hangi kanunlara dayalı hangi yasal süreçlerin işletildiği ve bu süreçlerin ne denli başarılı olduğuna dair ciddi endişeler bulunmaktadır. Bu endişelere yönelik en önemli kıyaslama ve örnek ise Irak’taki Camp Bucca hapishanesinin geçmişidir. Nitekim Irak’ı ve DAEŞ’i yakından takip eden uzmanların bildiği üzere, DAEŞ’in yeniden ortaya çıkması ve Irak ile Suriye’de birçok bölgeyi ele geçirmesinin altında eski Irak İslam Devleti üyeleri ile eski Baas partisi kurmaylarının Camp Bucca’da bir araya gelmesidir. Camp Bucca hapishanesinde DAEŞ’in sözde ilk halifesi Ebu Bekir el Bağdadi ile eski Baas partisinin üst düzey kurmayları tanışmış ve orada Baas parti mensupları DAEŞ (o zamanki adıyla Irak İslam Devleti)’ne katılmıştır. Buna ilaveten, o dönemde Irak hapishanelerinde olan Irak İslam Devleti üyelerinin hapishanede daha da radikalleştiği, DAEŞ’e yol açan yeni fikirler, yöntemler ve stratejiler geliştirdikleri bilinmektedir. Tekrar buna benzer bir sürecin yaşanmayacağına dair hiçbir garanti bulunmamaktadır. En son olarak, yine CENTCOM tarafından belirlenen üçüncü grup ciddi bir sorundur. DAEŞ’in gelecek jenerasyonu olma potansiyeline sahip bu grubun mevcut durumu büyük bir risktir. Nitekim El Hol kampında yaşayan DAEŞ aileleri, kamp içerisinde otoriteyi sağlamaktadır. Kampta YPG’nin değil, DAEŞ’e bağlı kadın yapılanmasının hakimiyeti bulunmaktadır. Hatta zaman zaman kampta DAEŞ’ten uzaklaşan kadınlara karşı infazlar dahi gerçekleştirilmektedir. Özellikle kamp içerisinde yaşayan Suriyeli, Iraklı ve dünyanın diğer ülkelerinden olan çocuklara yönelik hiçbir vizyon bulunmamaktadır. Yıllardır kampta yaşayan bu çocuklar hayatlarında kamp hayatı veya DAEŞ altında yaşamaktan başka bir tecrübeleri bulunmamaktadır. Pasaportları olmayan, herhangi bir resmi statüye sahip olmayan bu çocukların radikalize olmaması bir mucize olacaktır. Bu nedenle El Hol kampını ‘terörist yetiştirme kampı’ olarak nitelendirmek yanlış olmayacaktır. Kısaca, CENTCOM’un DAEŞ ile mücadelede YPG gibi bir terör örgütü ile beraber çalıştığı gerçeği göz ardı edilse bile, yine CENTCOM’un ortaya koyduğu kendi tanımları bağlamında ne denli başarısız ve ne denli yanlış bir mücadele biçimi olduğu anlaşılmaktadır.
Pençe-Kılıç Harekatıyla Psikolojik ve Askeri Eşik Aşıldı Editör  
PKK’nın İstiklal Caddesi’nde gerçekleştirdiği ve altı Türk vatandaşının hayatını kaybettiği terör eyleminin ardından saldırının faili ve yardımcıları yakalanıp adli süreç başlatıldı. Bunun yanında terör saldırısının emrini veren ve asıl sorumlusu olan PKK/YPG’ye karşı ise Pençe Kılıç Harekatı başlatıldı. Irak ve Suriye’deki hedeflerin hava harekatları ile hedef alınmasının ve ardından Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yaptığı açıklamalarla Suriye’de olası yeni bir askeri harekat tartışmaları alevlendi. Pençe Kılıç Harekatıyla kuş uçuşu 700 km’yi aşkın bir hatta, Tel Rıfat’tan Kandil’e kadar, hava harekatı icra edildi. Aynı anda hem Irak’ta hem de Suriye’de gerçekleşen operasyonlar, PKK ile YPG arasında bir farkın olmadığını ve ikisinin de farklı isimler altında hareket eden ancak aynı örgüt olduğunun operasyonel dışa vurumu niteliğindeydi. Irak sahasında Pençe-Kilit Harekatı devam etmektedir. Harekat kapsamında Irak’ın kuzeyindeki Zap bölgesinin neredeyse tamamının temizlenmiş olmasına karşın, Suriye’de sadece SİHA saldırıları ile örgütün üst düzey komutanları hedef alınmaktaydı. Irak’ta zaten halihazırda devam eden bir operasyon varken, Pençe Kılıç Harekatı ile Suriye’deki terörle mücadele yeni bir ivme kazanmıştır. Hem Irak hem de Suriye’deki hedeflerin birlikte vurulması, askeri niteliğinin yanı sıra siyasi bir mesaj da içermektedir. Pençe Kılıç Harekatı, Pençe Kilit Harekatı ile beraber değerlendirildiğinde, Irak’taki askeri harekat sonuna doğru yaklaşırken, Suriye hattında ise önemli bir psikolojik ve askeri eşiğin aşıldı ifade edilebilir. Suriye’deki YPG varlığı 2019 senesinde gerçekleşen Barış Pınarı Harekatı (BPH)’den beri hem Rusya hem de ABD’nin koruması altındaydı. Rusya ve ABD’nin kontrol ettiği hava sahası ve bölgede bulunan askeri varlıkları sayesinde, YPG Suriye’de kendisine fiili bir güvenli bölge oluşturmuştu. Irak sınırından Kamışlı’ya kadar olan hatta ABD askerleri YPG’yi korurken, Kamışlı’nın batısı yani Amude, Derbesiye, Tel Temr, Ayn İsa, Ayn el Arab (Kobani), Menbiç ve Tel Rıfat bölgeleri Rus askeri tarafından korunmaktadır. ABD ile Rusya’nın YPG’yi koruma görevini bu yönlü paylaşması geçmişe dayanmaktadır. 2019 yılında YPG ile Esed rejimi arasında yapılan anlaşmaya göre, YPG bölgesine hem Rus ordusu hem de Esed rejimi unsurları yerleşmiş ve YPG’yi TSK ile SMO’ya karşı korumaya almıştı. O günden bu yana, 2021 yılında ve yedi ay önce Türkiye yeni bir askeri harekat düzenlemeyi denese de, Rusya ve ABD’nin ortak tutumu ve işbirliği sonucunda askeri harekatlar ertelenmişti. Örneğin 2021 yılında ABD ilk defa Fırat’ın doğusundaki hava sahasını Rusya’ya açmış ve Türkiye ile Rusya arasındaki askeri dengeyi Rusya lehine değiştirmiştir. Söz konusu bu işbirliği Ukrayna savaşına rağmen devam etmiştir. Rusya Ukrayna’yı işgal ederken, Suriye’deki YPG bölgelerinde Rus askerleri ile Amerikan askerleri yan yana gelmiş ve grupça fotoğraf çekilmişlerdir. Fotoğrafı çekenin de bir YPG unsuru olması, fotoğrafı oldukça sembolik kılmıştır. Rusya ve ABD bilfiil el ele vererek YPG’yi Türkiye’den ve Suriye muhalefetinden korurken, Esed rejimi ve İran’da ellerinden gelen desteği sağlamıştır. Esed rejimi YPG ile ortak askeri noktalar kurarken, İran’da Tel Rıfat özelinde Şii milisleri aracılığıyla YPG’yle yan yana saf tutmuştur. Türkiye ve Suriye Geçici Hükümeti en son yedi ay önce Suriye’de YPG’ye karşı yeni bir askeri harekat düzenlemeyi planladığında, ABD, Rusya, Esed rejimi ve İran bölgeye sevkiyat yapıp, engelleyici bir rol oynamışlardır. Bu ülkelerin bu çabalarına ek olarak Avrupa ülkeleri ve İsrail’de Türkiye’ye ve Suriye muhalefetine karşı tutum sergilemiştir. Türkiye’ye ve Suriye muhalefetine karşı kurulan bu denli geniş çaplı ittifaka rağmen, Pençe Kılıç Harekatı gerçekleştirilmiştir. Bu askeri ve diplomatik anlamda büyük bir başarıdır. 2019’dan bu yana ilk defa YPG savaş uçakları ile hedef alınmış, diğer yandan da YPG’yi korumaya çalışan devletler bu çabalarında başarısız olmuştur. Psikolojik olarak YPG’nin kendini güvende hissettiği ortam yıkılmıştır. Nitekim YPG’nin lideri Mazlum Abdi’nin medyaya verdiği demeçler, örgütün ciddi bir endişe içinde olduğu görülmektedir. Örgüt lideri Türkiye’nin Rusya ve ABD’nin ortak kontrol ettiği hava sahasına girerek hava harekatı icra ettiğini ifade ederken, iki ülkeden de Türkiye’yi durdurmalarını talep etmiştir. Ukrayna’daki savaşa rağmen böyle bir çağrının yapılması ise ayrı bir duruma işaret etmektedir. Ancak örgütün kendini güvende hissetme duygusunu kaybetmesi, örgütün davranış biçimlerinin değişmesine ve korku içinde ani kararlar almasına yol açabilir. Nitekim YPG’nin Karkamış’ı ve Öncüpınar’ı hedef alması buna işaret etmektedir. Ayrıca, Mazlum Abdi’nin yaptığı açıklamada,  kendisinin de çoğu zaman bulunduğu ABD ile ortak komuta merkezlerinin yakınının dahi Türkiye tarafından hedef alındığını aktarmıştır. Aynı zamanda Abdi, Türkiye’nin kendisinin birkaç kez öldürmeye çalıştığı iddiasında bulunmuştur. Abdi’nin bu açıklamaları, kendisindeki ve örgütteki psikolojik kırılmaya işaret etmektedir. Psikolojik olarak yaşanan kırılmaya ek olarak, askeri açıdan da bir kırılma yaşanmıştır. Türk Hava Kuvvetleri’nin Suriye hattında hava harekatı icra etmesi ve savaş uçaklarının öncelikli olarak kullanılması, Türkiye’nin sahadaki askeri dengeyi değiştirmesi olarak okunabilir. Bölgede daimi olarak uçan SİHA’lar ile sadece üst düzey örgüt komutanları değil, aynı zamanda petrol üretim alanları, YPG karargahları, tünelleri ve hendeklerinin de hedef alınması, Türkiye’ye yeni bir askeri üstünlük sağlamaktadır. Nitekim BPH’den beri YPG’ye karşı askeri cezalandırma ve önleyici hamleler temelde topçu unsurları ve ateş destek vasıtaları ile yapılmaktaydı. Ancak bu yöntemin etkisi hava harekatlarına kıyasla oldukça sınırlıdır. Geçmişte yalnızca sınır hattına yakın bölgeler hedef alınırken, Pençe Kılıç Harekatıyla birlikte 70 km derinlikteki hedefler dahi vurulmaktadır. Sadece derinlik değil, aynı zamanda zamansal olarak da bir kazanım yaşanmıştır. Pençe Kılıç Harekatı kapsamında düzenlenen ilk hava harekatları ve ilk operasyonel dalga sonrasında hava harekatların son bulmaması ve devam etmesi, askeri olarak Türkiye’nin Rusya ve ABD korumasını kırdığına işaret etmektedir. YPG’nin Suriye’deki varlığı Irak’a kıyasla hava harekatları için daha kolay hedeflerdir ve hava harekatların etkisi daha yüksektir. Bir yandan örgütün Suriye’deki varlığı hedef alınırken diğer yandan olası bir kara harekatı için askeri hedefler veya diğer bir deyişle saha yumuşatılmaktadır. YPG’nin de Türkiye’yi ve Suriye Geçici Hükümeti kontrolündeki bölgeleri hedef alması ile yakalanan askeri tırmanışa işaret etmektedir. Söz konusu askeri gerilimin devam etmesi ve hava harekatların sürmesiyle olası bir kara harekatı için uluslararası ortam ve saha şartları daha da elverişli hale gelmektedir. Sonuç olarak, Pençe Kılıç Harekatı İstanbul’da gerçekleşen terör saldırısına yönelik yapılan bir cezalandırma harekatının ötesine geçme potansiyeli taşımaktadır. Sahada askeri ve psikolojik eşiğin aşılmasına yol açtığı da müşahede edilmektedir. Bu eşiğin aşılması, Türkiye’nin Suriye’de PKK/YPG’ye yönelik olası bir kara harekatı için zemin hazırlamaktadır.
Suriyeli Sığınmacıların Türkiye’den Geri Dönüşleri Editör  
Türk kamuoyunun özellikle son dönemde tartıştığı konuların en başlarında düzensiz göç ve özellikle de Suriyeli sığınmacıların geldiği bir gerçek. Beyoğlu/Taksim’de gerçekleştirilen terör saldırısındaki failin Suriye üzerinden ülkeye giriş yapması da düzensiz göçün güvenlik sektörü üzerindeki etkileri tartışmalarını yeniden alevlendirdi. Göç İdaresi Başkanlığı’nın verilerine göre 3 Kasım 2022 itibariyle Türkiye’de kayıtlı Geçici Koruma Kapsamındaki Suriyelilerin sayısı, 3.603.724. Geçtiğimiz yıla göre yaklaşık 134 bin Suriyelinin bu kapsam dışında çıktığı görülüyor. Geçici Koruma kapsamına dışına çıkması için söz konusu Suriyelinin vefat etmesi, vatandaş olması ya da Suriye veya başka bir ülkeye çıkış yapması gerekiyor. Söz konusu Suriyeli sayısında 2018 ila 2019 yılları arası dışında bir de 2022 yılında kapsam içerisindeki Suriyeli sayısının düştüğü görülüyor. 2018 ve 2019 yılları göz önüne alındığında Türkiye’nin ZDH ve BPH bölgelerine yönelik askeri harekatının geri dönüşlerde etkili olduğu ifade edilebilir. Nitekim Türkiye Göç ve İnsan Hareketlilikleri Yıllık Raporu 2021’de aylık ortalama 4 ila 5 bin arasında kişinin Suriye’ye geri döndüğü ifade edilmektedir. Bu sayı yıllık ortalamaya vurulduğunda 50 ila 60 bin arasında bir rakama tekabül etmektedir. Türkiye Göç ve İnsan Hareketlilikleri Yıllık Raporu 2021’de tespit edilen aylık 4 ila 5 bin sayısının 2022’de bir miktar daha arttığı ifade edilmektedir. Saha kaynaklarına göre, haftada ile 1.000 ila 1.500 Suriyeli ülkesine geri dönüş yapmaktadır. 2022 yılında Ağustos ayının sonuna kadar toplam sayının ise 40.465 yabancı olduğu belirtilmiştir. İçişleri Bakan Yardımcısı İsmail Çataklı, Fırat Kalkanı Harekatı’ndan bu yana ülkesine geri dönen Suriyeli sayısının 526. 932 olduğunu ilan etmiştir. Söz konusu sayıda, son dönemde bir artış gözlemlenmiştir. Söz konusu durumun arkasında Türkiye’de artan hayat pahalılığı ve ırkçı saldırıların olduğu saha kaynaklarınca da ifade edilmektedir. Göç İdaresi’nin verilerine göre, yakalanan düzensiz göçmen sayısı pandemi sonrasında yeniden bir artış gösterme eğilimine girmiştir. 3 Kasım 2022 itibariyle yakalanan düzensiz göçmen sayısı 242.505’e ulaşmıştır. Bu sayı, rekor kırılan 2019 yılına en yakın sayı olarak kayıtlara geçmeye yakındır. Nitekim 2018 yılında ulaşılan sayı 268.003’tür. Söz konusu Göç İdaresi Başkanlığı’na verisine karşın, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kaynaklık ettiği ve Turkish Migration Watch’da yer alan bir grafiğe göre, yakalanan göçmen sayıları 2021 yılından itibaren dramatik bir düşüşe geçmiştir. Kaynak: Turkish Migration Watch/Ramazan Ünsal 2021 yılındaki Ağustos ayı verileri 10.912 iken Eylül ayında sayı 473’e arından 228, 164 ve 114’e kadar düşmüştür. 2022 yılında da azalış devam etmiştir. Bu veriler ışığında, TSK’nın sınır bölgelerinde büyük başarı elde ettiği ve kara sınırlarından kaynaklanan düzensiz göçün büyük ölçüde sınırlandırıldığı iddia edilebilir. Bu veriler ışığında Suriye’den kaynaklanan göç hareketinin son dönemde büyük bir gerileme yaşadığı da söylenebilir. Suriye’ye Deport ve Geri Dönüş Suriye’ye geri dönüş bağlamında diğer önemli bir veri kaynağı da Suriye tarafındaki sınır kapıların düzenli aylık olarak açıkladıkları rakamlardır. Bu bağlamda İdlib bölgesindeki Bab el Hava sınır kapısı, FKH bölgesindeki Azez’e çıkan Bab el Selame sınır kapısı ve Tel Abyad’ta olan Maaber Tel Abyad öne çıkmaktadır. Suriye’ye geri dönüş için kullanılması mümkün diğer Hamam, Çobanbey ve Cerablus sınır kapıları resmi hesapları üzerinden Suriye’ye geri dönüş hakkında bilgi paylaşmamaktadır. Ancak en çok kullanılan üç kapı olan Bab el Hava, Bab el Selame ve Maaber Tel Abyad’ın sağladığı rakamlar, Suriye’ye geri dönüş için önemli bir veri sağlamaktadır. *Mayıs 2022 için Maaber Tel Abyad verisi bulunmamaktadır. Suriye’deki sınır kapıların geri dönüş rakamları ele alındığında Hamam, Çobanbey, Cerablus ve Rasulayn kapıların resmi verileri olmasa da, en çok kullanılan Bab el Hava, Bab el Selame ve Maaber Tel Abyad kapılardan son bir senede toplam 43,491 Suriyelinin Suriye’ye geri dönüşü belgelenmiştir. Aşağıdaki grafik detaylarında görülebileceği üzere geri dönüşlerde günümüze doğru artış gösteren bir grafik mevcuttur. Bu durum ise Türkiye’den Suriye’ye geri dönüşlerin hızlandığına işaret etmektedir. Ele alınan Bab el Selame, Bab el Hava ve Maaber Tel Abyad sınır kapılarından toplam 43,491 Suriyeli Suriye’ye geri dönmüştür. Söz konusu geri dönüşlerin büyük bir kısmı gönüllü geri dönüş kapsamında olsa da, aralarında Türkiye’de suç işlediği veya Türkiye’de bulunma hakkı olmadığı için Suriye’ye deport edilen kişiler de bulunmaktadır. Bu bağlamda fiilen HTŞ’nin kontrolünde olan Bab el Hava sınır kapısının açıkladığı resmi rakamlarda ‘deport’ kelimesini kullanması dikkat çekmektedir. Bu ifadenin HTŞ’nin bir propagandası mı olduğu veya Suriye’ye gönüllü geri dönüşlerin güvenli bölgelere yönelik olup, deport edilenlerin Bab el Hava üzerinden mi olduğu noktası bir belirsizlik bulunmaktadır. Ancak eğer gönüllü geri dönüş güvenli bölgelere ve Bab el Hava üzerinden sadece ve sadece deport işlemi yapılıyorsa, geçtiğimiz bir yıl içerisinde toplamında 18,557 Suriyeli Türkiye’den Suriye’ye deport edildiği varsayımı çıkmaktadır. Gönüllü geri dönüş ise, resmi rakam paylaşmayan diğer kapılar sayılmazsa, son bir sene içerisinde 24,934 seviyesinde seyrettiği görülmektedir. Ürdün ve Lübnan Örnekleri ile Türkiye Kıyaslaması Resmi rakamlara göre Türkiye’de 3.603.724 Suriyeli sığınmacı bulunuyorken, Suriye’nin batı ve güney komşusu Ürdün ile Lübnan’da da ciddi bir Suriyeli sığınmacı nüfusu bulunmaktadır. Ümran Stratejik Araştırmalar Merkezi tarafından hazırlanan “Lübnan ve Ürdün’de Geri Dön(e)meyen Suriyeli Mültecilerin Durumu” isimli rapor Lübnan ve Ürdün’deki Suriyeli sığınmacı nüfusunu ele almaktadır. Raporda, BM rakamlarına göre iki ülkede toplamında 1,5 milyon Suriyeli sığınmacı yaşadığı belirtilse de, Lübnan’ın Mayıs 2015’te Suriyeli sığınmacıların kayıt işlemlerini durdurması sebebiyle kayıtsız Suriyeliler ve Ürdün’de yaşayan kayıt dışı Suriyeli sığınmacılar ile gerçek rakamın 2,9 milyon olduğu tahmin edilmektedir. Lübnan’ın toplam nüfusu içerisinde Suriyeli ve Filistinli sığınmacılar ile nüfusun %29’u ve Ürdün’de ise tüm sığınmacıların %37,3’e tekabül ettiği ortaya konulmaktadır. Hazırlanan raporda, Lübnan ve Ürdün’ün 2018’in sonunda Esed rejimi ile ilişkileri normalleşme ve Suriyeli sığınmacıların geri dönüşü için bir ortak mekanizma kurulma süreçleri aktarılmaktadır. İlişkilerin düzelmesi ve uzlaşılan anlaşma sonrasında Suriye’ye geri dönüşün hızlanmadığını, tam aksine yavaşladığı ortaya konulmaktadır. Suriye’ye geri dönüş bağlamında BM verileri esas alındığında, 2019’dan bu yana Suriye’ye Lübnan’dan 39,294 ve Ürdün’den 40.764 Suriyeli sığınmacı geri dönmüştür. Toplamda 80.058 kişi ülkesine geri dönerken, 2019 yılı hesaplanmadığında toplam rakam 27.921’e düşmektedir. Nispeten 2019 yılındaki yüksek geri dönüşün ardından, Suriye’ye geri dönüş rakamları 2019 öncesi dönemin bile altındadır. Nitekim 2016 ile 2019 yılları arasında Lübnan ve Ürdün’den toplam 54.043 sığınmacı Suriye’ye geri dönmüştür. *2022 verileri Ocak-Ağustos aylarını kapsamaktadır. Lübnan ve Ürdün’deki Suriyeli sığınmacıların toplam nüfusu Türkiye’deki Suriyeli sığınmacılardan 800 bin az olmasına rağmen, 2022 yılının ilk sekiz ayında üç buçuk kat daha fazla Suriye’ye geri dönüş olmuştur. Cerablus, Çobanbey, Hamam ve Rasulayn sınır kapıların sayılmamasına rağmen farkın bu denli yüksek olması dikkat çekmektedir. Nitekim Ocak-Ağustos 2022 döneminde Bab el Selame, Bab el Hava ve Maarab Tel Abyad üzerinden 27.252 Suriyeli ülkesine geri dönerken, Ürdün ve Lübnan’dan sadece 8.004 Suriyelinin geri döndüğü görülmüştür. Ümran Stratejik Araştırmalar Merkezi tarafından hazırlanan raporda da dikkat çekildiği üzere, Esed rejiminin arzuladığı diplomatik ve siyasi kazanımları elde etmesi sonrasında Suriyeli sığınmacıların geri dönüş mekanizmasını askıya alması ve geri dönen Suriyelilerin işkence, ölüm, tecavüz ve zorunlu silahaltına alma ile karşı karşıya kalması geri dönüşü yavaşlatmıştır. Ancak yukarıda görüldüğü üzere, Türkiye’nin uyguladığı geri dönüş modelinde Suriyeli sığınmacılar Esed rejimi tarafından kontrol edilen bölgelere değil, Suriye Geçici Hükümeti tarafından kontrol edilen bölgelere ve İdlib’e geri dönmektedir. Geri dönenlerin işkence, ölüm, tecavüz ve zorunlu silahaltına alma gibi insan hakları ihlallerine maruz kalmamaları geri dönüş dinamiğinin artarak devam etmesini sağlamaktadır. Ürdün ile Lübnan’ın uyguladığı geri dönüş modeli ile kıyaslandığında Türkiye’nin daha başarılı olduğu görülmektedir.
Türkiye ile Esed Rejimi Arasında Görüşmeler Editör  
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun yaptığı açıklama ile başlayan süreç, Ankara ile Şam arasında bir normalleşmenin mümkün olup olmadığına dair bir tartışma ortaya çıkardı. Her ne kadar bu konuya dair farklı görüşler ve fikirler ortaya atılsa da, iki taraf arasında günümüze kadar somut adımlar gerçekleşmemiş ve gelişmeler söylem düzeyinde kalmıştır. Dışişleri Bakanı’nın yaptığı açıklamada Esed rejimi ile Suriye muhalefetinin barışması gerektiği vurgulanmış ve bir sene önce rejimin Dışişleri Bakanı ile yapılan ayaküstü görüşme aktarılmıştır. Ancak bu açıklama hem Suriye’de hem de Türkiye’de Ankara’nın Şam ile ilişkileri düzeltme arzusu olarak telakki edilmiştir. Açıklamanın hemen ardından Suriye Geçici Hükümeti’nin kontrol ettiği bölgelerde “Barışmayacağız” adı altında ani gösteriler oluşmuş ve provokatif eylemler yaşanmıştır. Ardından gelen Cuma gününde de geniş kapsamlı ve planlı gösteriler düzenlenmiştir. Geniş katılımlı bu gösterilerde, Suriye muhalefetinin Ankara’nın Şam ile ilişkilerini düzeltmesine karşı olduğu açıkça beyan edilmiştir. Ancak Türkiye tarafında MHP Genel Başkanı ve Cumhur İttifakı ortağı Devlet Bahçeli’nin yaptığı açıklamalar ile Esed rejimi ile görüşme ve ilişkileri düzeltme fikri onaylanmıştır. Daha sonra AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Hayati Yazıcı Ankara ile Şam arasında ilişkilerin tekrar tesis edilmesi gerektiğini ve ileri seviyeye taşınmasını savunmuştur. Bu açıklamaların ardından – daha öncesinden planlandığı söylenen – Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek’in Şam’ı ziyaret edeceği deklare edilmiştir. Tüm bu gelişmelerin ardından Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’da Esed rejimi ile diyaloğun mümkün olduğunu ifade etmiş ve devletlerarasında hiçbir zaman ilişkinin mutlak surette kesilmeyeceğini ifade etmiştir. Türkiye tarafından farklı açıklamalar gelirken, Esed rejimi uzun sessizliğini bozmuş ve rejimin Dışişleri Bakanı Feysal Mikdad kamuoyuna yönelik açıklamalarda bulunmuştur. Yapılan açıklamada Türkiye Suriye’de terör örgütlerini desteklemekle suçlanmış, Türkiye’nin bu desteğe son vermesi ve Suriye’den tamamen çekilme talebi yinelenmiştir. Rejim tarafından yapılan bu açıklamaların ardından MİT Başkanı Hakan Fidan ile rejim istihbarat başkanı Ali Memlük ile görüşme gerçekleştirdiği kamuoyuna yansımıştır. Reuters’e konuşan Türk yetkililerin aktardığına göre, Dışişleri Bakanları seviyesinde bir görüşmenin mümkün olup olmayacağı değerlendirilmiş ve görüşülmüştür. Bu görüşmenin ardından basında yer alan bilgilere göre Cumhurbaşkanı Erdoğan ile rejim lideri Beşar Esed arasında yüz yüze bir görüşmenin gerçekleşeceği iddia edilmiştir. Şangay İşbirliği Teşkilatı kapsamındaki zirveye Beşar Esed’in de geleceği ve bir görüşmenin gerçekleşeceği iddia edilse de, böyle bir görüşme vuku bulmamıştır. Cumhurbaşkanı’nın zirve sonrası yaptığı açıklamada, Esed’in zirveye gelmeyeceği ve gelmiş olsaydı, kendisine hataları ve yanlışlarını söyleyeceği belirtilmiştir. Cumhurbaşkanı’nın Suriye’deki durumdan Beşar Esed’i sorumlu tuttuğu ve Suriye’nin topraksal bütünlüğünü kendi makamı için tehlikeye attığını ifade etse de, kamuoyunda bu açıklama Cumhurbaşkanı’nın Esed ile doğrudan görüşmeyi kabul ettiği yönünde algılanmıştır. Türkiye tarafından Esed rejimi ile ilişkileri düzeltmeye dair farklı açıklamalar gelse de, Esed rejimi sessizliğini ve pozisyonunu korumaktadır. Türkiye’yi terörizmin kaynağı olarak nitelendirmeye ve Türkiye’nin Suriye’den tamamen çekilmesini ön şart olarak talep etmeye devam etmektedir. Bu bağlamda Esed rejiminin Vatan Partisi’nin Şam’a yapacağı ziyareti iptal etmesi, Şam’ın Türkiye ile ilişkileri düzeltmeye meyilli olmadığı ve Türkiye tarafından gelen mesajlara olumlu karşılık vermediği yönünde yorumlanmıştır. Nitekim Ankara ile Şam arasında olası bir normalleşme sürecinde istihbarat ve Vatan Partisi’nin ilk temas noktaları olması beklenmekteydi. Tüm bu yukarıda belirtilen gelişmeler doğrultusunda, Türkiye’nin Şam’a yönelik geliştirdiği yeni söylemin Şam tarafından karşılık bulmadığı ve ilişkilerin normalleştirilmesinin daha kapsamlı ve karmaşık olduğunu göstermektedir. Esed rejimi açısından değerlendirildiğinde, Türkiye’deki siyasi atmosferde Gelecek Partisi hariç tüm muhalefet partileri Şam ile normalleşmeyi desteklemektedir. Seçime aylar kaldığı bir dönemde, Türkiye’deki iktidar ile ilişkileri düzeltmektense, seçim sonuçlarını beklemek Şam açısından reel politik olarak daha yüksek kazanımlar vaat etmektedir. Şam, 11 yılın geçtiği Suriye savaşının ardından, Türkiye’deki seçim sonuçları için birkaç ay daha beklemeye hazırdır. Şam açısından değerlendirildiğinde, Türkiye ile temelde anlaşamadığı durumlar mevcuttur. Türkiye’deki siyasi tartışmaların aksine, Şam Suriye’deki gerçeklikten haberdardır. Nitekim Türkiye’nin Suriye muhalefeti üzerindeki garantör rolü, YPG’ye karşı olan tutumu ve beklentileri, Suriye sahasındaki askeri mevcudiyeti ve Suriye içerisinde himaye ettiği beş milyon insan Esed rejimi için ciddi sorunlardır. Esed rejiminin Suriye’nin kuzeyinde yaşayan 5 milyonun üzerindeki insana bakmaya ne gücü ne de isteği bulunmamaktadır. Ek olarak yıllardır Türkiye’de yaşayan 3,6 milyon Suriyelinin de Suriye’ye geri dönmesini istememektedir. Nitekim Türkiye’de bulunan ve Suriye’de Türkiye tarafından himaye edilen Suriyelilerin sayısı, Esed rejimi bölgesinde yaşayan Suriyelilerden daha fazladır. Esed rejimi küçük ve kendi rejim otoritesi için kontrol edilebilir bir nüfusu tercih etmektedir. Esed rejimi, Türk askerin bulunduğu ve Suriye Milli Ordusu’nun güvenliği sağladığı bölgelerde kontrol ve güvenliği sağlamak için yeteri bir kapasiteye sahip değildir. İlaveten, Esed rejimi hiçbir şekilde Suriye muhalefetine taviz vermek istemediği gibi, Suriye’deki çözüm anlayışı askeridir. Türkiye ile ilişkileri düzeltmek adına Suriye muhalefetine taviz vermeyi düşünmemektedir. YPG noktasında ise, Esed rejimi Türk ordusu ve Suriye Milli Ordusu’na karşı beraber aynı cephede yer aldığı YPG unsurlarına karşı bir anda tavır değiştirip, Türkiye ile eşgüdüm içerisinde YPG’yi hedef almayı istememektedir. Esed rejimin YPG noktasındaki planı, YPG’nin Suriye ordusunun resmi bir askeri unsuru haline gelmesi, özerklik taleplerinden vazgeçmesi ve rejimin kontrolüne girmesidir. Kısaca, Ankara’dan gelen tüm söylemlere rağmen, Esed rejimi ile Türkiye’nin ilişkileri düzeltmesi ve normalleştirmesi mevcut konjonktürde gerçekçi görünmemektedir.
Zevahiri Nasıl Öldürüldü? Kutluhan Görücü  
Zevahiri’nin öldürülmesi hadisesinde DNA testi yapılmasa ABD yetkilileri görsel konfirmasyon gerçekleştirildiğini ifade etmektedir. ABD Başkanı Joe Biden’ın Zevahiri’nin öldürüldüğüne ilişkin açıklama yapması ölmemiş olma ihtimalini de oldukça mucizelere bırakan bir durum olarak karşımıza çıkıyor. Ancak El Kaide tarafının henüz ölümü doğrulamış değil. Diğer yandan da Joe Biden, üst düzey El Kaide/DEAŞ liderini ortadan kaldırmayı başaran ABD Başkanları arasına adını yazdırmış oldu. Hatırlanacağı üzere, Eski ABD Başkanı George Bush döneminde Ebu Musab Zerkavi, Barack Obama döneminde Usame bin Ladin, Donald Trump döneminde Ebubekir Bağdadi öldürülmüştü. Böylelikle Joe Biden döneminde de Zevahiri öldürülmüş oldu. Zevahiri’nin öldürülme operasyonuna ilişkin, az miktarda bilgi bulunuyor. Afganistan tarafındaki muhatap Taliban hükümeti, Zevahiri’nin Kabil’deki varlıklarından haberdar olmadıklarını açıkladı. ABD kanadında ise Başkan Biden, önemli detaylı vermezken yetkililerin basına verdiği demeçlerden bazı bilgiler edinildi. Reuters’a konuşan ve ismini gizli tutan ABD yetkilisine göre, CIA, 2022 yılının başından itibaren Zevahiri’nin aile üyeleri ile bir araya gelmek adına Kabil’deki eve taşındığını tespit edip, uzun süren bir incelemeye tabi tutmuş ve ardından da en uygun anı bekleyerek operasyonu gerçekleştirmiş. Yetkiliye göre, ABD SİHA’sı 30 Temmuz’u 31 Temmuz’a bağlayan gece saat 00:48’de Hellfire füzeleri kullanarak Zevahiri’yi öldürmüş. El Kaide’de Zevahiri Liderliği Usame Bin Ladin’in 2 Mayıs 2011’de öldürülmesinden bu yana El Kaide liderliğini sürdüren Zevahiri, öncesinde de Mısır başta olmak üzere İslam coğrafyasındaki faaliyetleri onu El Kaide adına veteran bir lider yapmıştı. 11 Eylül saldırılarının dahi planlayıcısı olduğu iddiaları, örgütün birçok saldırısını organize etmesinin yanında Mısır’da bitirdiği Tıp Fakültesi’nden kaynaklı olarak ‘Doktor’ unvanı onun Usame Bin Ladin’in ardından lider yapmaya yetse de El Kaide onun döneminde yalnızca ABD ile değil, içeriden meydan okumalarla karşı karşıya kalacaktı. El Kaide’nin güç kaybetmesine paralel olarak ortaya çıkan Arap Baharı, El Kaide’yi yeniden güçlendirebilirdi. Ki öyle de oldu. Devlet otoritesinin ortadan kalktığı Libya, Yemen, Sina, Irak ve Suriye’de El Kaide varlıklarını güçlendirdi. Bu süreçte her grubun kendi ülkesine odaklandığı, küresel faaliyetlerin askıya alındığı yeni bir döneme işaret etmekteydi. Konjonktür ve güç erimesi El Kaide’yi, yerelleştirmekteydi. Ancak geçmişten beri merkez El Kaide’nin sorunlar yaşadığı Irak teşkilatının (DEAŞ) Halifelik ilan ederek başta El Kaide olmak üzere, yakın ve uzak çevresindeki tüm yapılanmalara meydan okuması Zevahiri’yi öngörülemez bir girdapın içerisine aldı. El Kaide’ye bağlı olan çok sayıda grup, DEAŞ’a bağlılık bildirirken DEAŞ, Irak ve Suriye’de büyük ölçüde etkinlik sağlarken başta Avrupa olmak üzere El Kaide’nin geride bıraktığı küresel teröre geri döndü. Başta Avrupa şehirleri olmak üzere tüm dünyada DEAŞ’ın propaganda örgütünün esiri olmuş kişiler terör ve korku üretmeye devam ediyordu. Terör dünyasında yükselen popülarite, maddi kaynak, güç ve yeni nesil propaganda -özellikle 2014 ve 2017 yılları arasında- DEAŞ’ı ön plana çıkarırken El Kaide’yi geri bırakıyordu. Bugünden Arap Baharı sürecine bakıldığında, El Kaide’nin özellikle Irak ve Suriye’de, başarılı olamadığını ifade etmek yanlış olmayacaktır. Nitekim, DEAŞ’a karşı El Kaide’ye bağlılık bildiren Nusra Cephesi (HTŞ) dahi yıllar önce El Kaide ile bağlarını koparmıştır. Mevcut HTŞ, El Kaide’nin Nusra sonrasında Suriye kolu olan Hurras ed Din ile silahlı çatışmalara varacak şekilde sorunlar yaşamaktadır. Mevcut durumda Irak’ta El Kaide’nin bilinen bir varlığı ise bulunmamaktadır. Zevahiri’nin memleketi olan Mısır’da (Sina) dahi, DEAŞ ön plana çıkarken El Kaide varlığı tartışmalı bir noktadadır. Nitekim Libya’da da DEAŞ ayrılığında büyük kan kaybeden El Kaide taban bulamadığı Libya teşkilatını fesih etmek zorunda kalmıştır. Yemen’deki varlığında ise anlamlı bir sonuç elde edemediği görülmektedir. Buna karşın Afrika coğrafyasında niceliksel olarak yükselse de merkez El Kaide’nin etkisinden ziyade yerel varlıkların kurumsal bir yapıya doğru ilerlemesinin daha etkili olduğu ifade edilebilir. Zevahiri Sonrası Zevahiri’nin ölümünün ardından El Kaide’nin liderliğine nasıl bir ismin geleceği, El Kaide’nin geleceğinde şüphesiz etkili olacaktır. Ancak El Kaide’nin içerisinden çıkardığı DEAŞ tecrübesinden de hareketle ‘küresel’ faaliyetlere dönme ihtimalinin zayıf olduğu ifade edilebilir. Bunun yanında ise ismi geçen adayların Afrika kökenliler bulunması ve Afrika kıtasının cihadi selefilikle yükselmesi, örgütü başka bir kıtaya taşıyabilir. Taliban, El Kaide siyasetini retorik düzeyde Doha Anlaşmasına bağlılık olarak ifade etse de, Taliban’ın El Kaide’den bir çırpıda vazgeçeceği anlamı taşımadığı görülmektedir. Nitekim, Zevahiri’nin Taliban yönetiminin haberi olmadan Kabil’de, Kabil şartlarında lüks bir evde yaşamasının pek mümkün olamayacağı değerlendirilmektedir. Bu noktadan hareketle Zevahiri sonrası dönem, uluslararası konjonktür ile ilişkili olarak sakin bir seyirde devam edebilir. Yeni bir Arap Baharı süreci ya da El Kaide’nin varlık gösterebileceği bir ülkede devlet otoritesinin ortadan kalkması durumunda El Kaide yeniden kendini gösterebilir. Bunun yanında, özellikle merkez El Kaide, yerel teşkilatları üzerinde inşa edemediği hiyerarşi yüzünden ruhani bir liderliğe doğru da gidebilir.
Suriye'de artan SİHA operasyonları: CENTCOM ne istiyor? Editör  
Terörle mücadele bağlamında ilan edilen terör listesi ve sınıflandırması ile beraber Türk kamuoyu belirsiz aralıklarla kırmızı, turuncu, mavi ve gri listeden teröristlerin operasyonlarda etkisiz hale getirilmesine şahit olmaya başladı. Uygulanan bu strateji ile terör örgütünün üst ve orta yönetimi hedef alınırken, terör örgütünün emir komuta zinciri sekteye uğratılmaktadır. İlk başta Irak’ın kuzeyinde uygulanan bu strateji, MİT’in ve terörle mücadelede daha etkin kullanılmaya başlayan SİHA'ların faaliyetleri neticesinde Suriye’ye de uzandı. Bu strateji bağlamında Suriye sathında birçok üst düzey sözde yönetici kadrosundan terörist etkisiz hale getirildi. Ancak ABD’nin ya da daha doğrusu CENTCOM’un bu stratejiden rahatsız olduğu görülmektedir. CENTCOM’u bu kadar rahatsız eden nedir? Aslında CENTCOM’un rahatsızlığını anlamak için öncelikli olarak CENTCOM’a yakınlığı ile bilinen Aaron Stein isimli Amerikan uzmanın SİHA saldırıların Suriye’ye uzanması sonrasında War on the Rocks isimli dergide kaleme aldığı yazıya bakmakta fayda var. Zira söz konusu bu yazıda Aaron Stein, Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyinde terör elebaşlarına karşı düzenlediği SİHA saldırıların bölgedeki hava sahasının kullanımını karmaşıklaştırdığı ve olası kazalara yol açabileceğini iddia ediyordu. Yazıda, Barış Pınarı Harekatı ile ABD’nin Tel Abyad ile Rasulayn arasındaki hatta 20km derinlikte hava sahasını Türkiye’ye açtığı, fakat SİHA saldırılarının bu sahanın dışında ve Amerika’nın hava sahasını kontrol ettiği bölgelerde gerçekleştirdiği savunuldu. Türkiye’nin bu ‘hava sahası ihlalleri’nin ABD açısından bir tehdit olduğunun anlatıldığı yazıda, söz konusu SİHA saldırıların Amerikan askerlerin hayatını riske attığı iddia edilmektedir. İddia edilen tehdite karşı, Türkiye’nin bir NATO üyesi olması hasebiyle ABD’nin SİHA’ları hedef almasının mümkün olmadığı detaylandırılmaktadır. Bu yazıdan kısa bir süre sonra 2021 yılında Türkiye Suriye Geçici Hükümeti ile beraber Suriye’de YPG’ye karşı yeni bir harekat düzenleyeceğini ilan etmesinin ardından, CENTCOM Suriye’de olası yeni bir harekatı engellemek için Fırat’ın doğusundaki hava sahasını Rusya’ya açtı. Böylelikle Rus hava kuvvetleri savaşın başından beri ilk defa Fırat’ın doğusuna geçip, bölgede bulunan Rus kara kuvvetlerine hava koruması sağladı. Böylelikle Rus kara ve hava kuvvetleri YPG’yi korumaya aldı. Kısaca, CENTCOM ve Rus ordusu YPG’yi korumak için el ele vermiş ve ABD hava sahası kontrolünden feragat etmişti. Bu noktada sorulması gereken soru ise; Türkiye’nin terör elebaşlarını hedef almak için Fırat’ın doğusunda uçurduğu SİHA’lar Amerikan askeri için tehdit oluyorken, Ukrayna’yı işgal eden Rus savaş uçakların Fırat’ın doğusunda uçması tehdit oluşturmuyor mu? Bu sorunun cevabı, CENTCOM’un Suriye’deki politikaları hakkında somut bir yol göstermektedir. CENTCOM uzun yıllardır YPG ile kurmuş olduğu angajman sayesinde Türkiye’yi düşman ve tehdit olarak görmektedir. CENTCOM yetkilileri için YPG ile kurulan işbirliği son derece önemlidir. ABD’nin Afganistan’dan geri çekilmesi ile birlikte, Irak’taki görev ve YPG ile işbirliği CENTCOM’un yegane ‘başarı’ hikayesidir. Amerikan Ordusunun Pasifik’e ve Çin’e odaklanacak olmasına karşın, ordunun son yıllarındaki göz bebeği CENTCOM’un önemi azalacaktır. Eğer bu süreç içerisinde YPG ile kurulan işbirliği sekteye uğrarsa, CENTCOM’daki yetkililerin kariyer planlaması suya düşecektir. CENTCOM yetkililerinin kariyer planlamasına ek olarak YPG ile kurulan işbirliği, başta sahada varlık gösteren askerler olmak üzere CENTCOM yetkililerini etkilemiş görünmektedir. CENTCOM yetkilileri, DEAŞ’a karşı birlikte hareket ettikleri YPG ile rasyonel işbirliğinin ötesinde bir yakınlık kurmaktadır. Trump döneminde alınan ‘çekilme’ kararına karşı, CENTCOM yetkililer rasyonel tepkilerin yanında ‘sırtımdan bıçaklanmış hissediyorum’ gibi ifadelerle oldukça duygusal tepkilerde bulunmuştu. Bu duruma paralel olarak YPG’nin propaganda faaliyetleri CENTCOM askerleri üzerinde etki etmektedir. Yıllarca Arap, Sünni, erkek ve sakallı insanlara karşı savaşmış olan CENTCOM askerleri için YPG’nin sunduğu Kürt, seküler, kadın ve modern görünüm ciddi anlamda sempati kaynağıdır. CENTCOM yetkilileri ve askerlerinin YPG’ye beslediği sempati ve sahada sürdürdükleri beraberlikleri sebebiyle, YPG’nin Türkiye aleyhindeki söylemleri CENTCOM’u da etkilemektedir. Örneğin Barış Pınarı Harekatı öncesinde CENTCOM’un resmi hesabından paylaşılan görüntüde, YPG’li sözde komutanın Türkiye ile mücadele için eğitim aldıklarını söylemesi de bu sempatinin bir tezahürüdür. MİT tarafından Suriye’de gerçekleştirilen SİHA saldırıları ise YPG’yi ciddi anlamda yıpratmaktadır. Bir yandan tecrübeli kadro kaybı yaşarken, diğer yandan da hayatta kalanların güvenlik önlemleri almaya zorlamaktadır.  Gerçekleştirilen SİHA saldırıları sonucunda YPG’nin askeri kanadında en üst düzey yönetimde yer alan Salwa Yusuk’un etkisiz hale getirilmesi CENTCOM açısından ciddi bir tepkiye yol açtı. Bu tepkilerini sosyal medya üzerinden, terörle mücadelede büyük bir kahramanın hayatını kaybetmesi olarak verilmesi ve Türkiye’nin isminin anılmaması CENTCOM’un çıkmazlarından birisidir. CENTCOM, Türkiye’nin NATO müttefiki olması hasebiyle doğrudan Türkiye karşıtı tutum alamamakta, fakat içindeki Türkiye karşıtlığını da her fırsatta gözler önüne sermektedir. CENTCOM’un yasını tuttuğu teröristin yıllarca PKK kadrolarında yer almış olması, Türkiye’de terör saldırılarından sorumlu olması ve çocukları zorla kaçırmış olması, CENTCOM açısından göz ardı edilecek detaylar olarak değerlendirilmektedir. CENTCOM’un YPG noktasındaki bu tutumu, Türkiye ile ABD arasında – özellikle Ortadoğu bağlamında – ciddi yeni sorunlara yol açacaktır. Bu güne kadar yol açtığı sorunlara ilaveten, yapısal olarak farklı ve yeni sorunlar doğurması beklenilmelidir ve buna karşı önlem alınmalıdır. Türk ordusu Amerikan ordusunda EUCOM ile çalışmaktadır ve CENTCOM ile yapısal ilişkisi bulunmamaktadır. Bu çalışma biçimin bir sonucu olarak, EUCOM askerleri ve yetkilileri Türkiye’yi ciddi anlamda desteklerken, CENTCOM askerleri ve yetkilileri Türkiye karşıtı bir tutum almaktadır. Ancak Amerikan ordusu içerisinde CENTCOM’un ön planda olması, ABD Savunma Bakanı’nın CENTCOM’dan geliyor olması, Beyaz Saray Güvenlik Konseyi’nin CENTCOM tarafından domine ediliyor olması EUCOM’un olumlu etkisini kısıtlamaktadır. Söz konusu bu durum; Türkiye’nin yakın, orta ve uzun vadede devam etmesi öngörülen güney sınırlarındaki askeri etkisiyle birlikte düşünüldüğünde, Türkiye ile ABD arasındaki bu yapısal sorunun bir çözümü bulunmalıdır. Türkiye’nin EUCOM görev bölgesi olarak kalıp, CENTCOM ile de doğrudan ve yapısal ilişki kuracağı bir model geliştirilebilir. Türk ve CENTCOM askerlerinin teşriki mesaisi hem terörle mücadeleye hem de Türk-Amerikan ilişkilerine olumlu katkı sağlayacaktır. Ayrıca Suriye’de Türk-Amerikan anlaşmazlığından ortaya çıkan boşluğun Rusya tarafından doldurulmasının da önüne geçilebilir.
YPG/SDG’den Suriyelilere “Referans” ve “Göçmen Kartı” Zorunluluğu
YPG/SDG’nin hakim olduğu bölgelerdeki Arap nüfus ile yaşadığı problemler ve bölge demografisini tehdit eden politikaları senelerdir kamuoyuna mal olmuş durumdadır. Güneyde Deyrezzor bölgesinde yerel kitle ile YPG/SDG arasında yaşanan gerginlikler her an bir çatışmaya evrilebilecek durumdayken kuzey doğuda YPG/SDG idaresinin baskın olduğu bölgelerde Arap nüfusa karşı örgüt siyaseti daha az uzlaşıcı ve daha sert şekilde ilerlemektedir. Al-Monitor’den Muhammed Hardan’ın haberine göre YPG/SDG yönetimi kuzey doğu Suriye’ye ülkenin YPG/SDG kontrolünde olmayan yerlerinden göç etmiş olan Arap vatandaşların bölgede ikamet etmeye devam etmeleri için yerel referans göstermelerini aksi halde bölgeyi terk etmelerini talep etmeye başladı.[1] YPG/SDG’ye bağlı sözde özerk yönetimin yerel konseyleri tarafından alınan ve uygulamaya konulmaya çalışılan bu kararda bahsi geçen “yerel referans” tanımını sağlayacak şartlar Hardan’a göre bölgeden bölgede değişmekte. Genel hatları itibariyle bu “yerel referans” politikasının uygulanmasında bölgeye ülkenin başka bölgelerinden gelen şahıslar kendilerine referans olan ve köken olarak bu bölgedeki şehir ya da köylerden olan “yerel referansın” belirtildiği bir evrak ve kira sözleşmesinin sözde özerk yönetim makamlarına iletilmesi süreci izlenmektedir. Bu referans başvurusuna ek olarak sözde özerk yönetim topraklarında ikamet etmek ve bölgeye giriş-çıkış yapabilmek için bölge dışından gelen Suriyelilerin “göçmen kartına” sahip olmaları da gerekmektedir. Böylece kendi ülkeleri içerisinde göç eden Suriyelilere YPG/SDG’nin sözde özerk yönetimi tarafından farklı bir ülkeye göç eden yabancılar muamelesi yapılmaktadır. Hardan’ın haberinde mülakat yapılan bölgedeki mülteciler ise durumdan oldukça rahatsızlar. YPG/SDG kontrolündeki kuzey doğu bölgelerinde Deyrezzor başta olmak üzere Suriye’nin çeşitli bölgelerinden gelen çok sayıda mülteci olduğunu dile getiren kaynaklara göre bu insanlar başka gidecek yerleri olmadığı için bölgeden gönderilmemek adına sözde özerk yönetim içerisindeki resmi yetkililer veyahut YPG/SDG yetkilileriyle rüşvet ilişkisi içine girmek zorunda kalmaktadırlar. Hardan’a konuşan Abdülaziz Halifa adlı yerel gazeteci ise bu uygulamanın önce Kamışlı ve Haseke’de uygulandığı sonrasında ise Rakka ve Deyrezzor için harekete geçildiğini dile getirirken YPG/SDG’nin kontrol alanları içerisindeki nüfusun hareketlerini kontrol etmek istediğini ve YPG/SDG kontrolündeki bir bölgeden başka bir bölgeye geçmek ve taşınmak için dahi bu sürecin zorunlu hale getirildiğini iddia etmiştir.[2] YPG/SDG kontrolündeki özerk yönetimin “referans” ve “göçmen kartı” uygulamaları yerel kitle içerisinde ciddi rahatsızlıklara yol açarken bölgedeki aktivistlerin öncülüğünde bu uygulamaya yönelik protesto hareketleri organize edilmiştir. YPG/SDG unsurlarının bölgeye sığınan Suriyelilere karşı dönem dönem gerçekleştirdiği sert müdahaleler ve baskılar kimi göçmenlerin bölgeden kaçarak Türkiye ve muhalifler kontrolündeki bölgelere sığınmak istemelerine yol açmaktadır. Böylece YPG hakim olduğu bölgelerde kitle mobilizasyonunu kontrol altına alırken aynı zamanda peyderpey baskılarla bölgedeki Arap nüfusun azaltılması yönünde hareket etmektedir. Kuzeyde Türkiye’nin olası müdahalesinden çekinen güneyde ise İran destekli rejim yanlısı milislerin faaliyetleri sebepli her teyakkuzda olan YPG/SDG unsurları bölgede kendilerine güvenlik zafiyeti yaratacak unsurların başında sivil Arap nüfusu gördüğünü bu hamleleriyle ispat etmektedir. Örgütün bu çaresizce uygulamaları Ankara’nın YPG/SDG’ye dair suçlamalarını destekler nitelikte olup Türkiye’nin olası bir müdahalesi için sahip olduğu meşru zemini güçlendirmektedir. Öte yandan Esed rejimi, İran destekli milis yapılar ve Daeş’in de radikalize olmaya müsait Arap nüfus içerisinde kök salmasına uygun sosyolojik zemin YPG/SDG’nin bu tarz uygulamaları ile beslenmektedir. Ömer Behram Özdemir [1] https://www.al-monitor.com/originals/2022/01/syrian-kurdish-forces-require-displaced-arabs-obtain-expat-card-remain-their , Erişim Tarihi: 12 Ocak 2022. [2] https://www.al-monitor.com/originals/2022/01/syrian-kurdish-forces-require-displaced-arabs-obtain-expat-card-remain-their , Erişim Tarihi: 12 Ocak 2022.
İsrail Genelkurmay Başkanı: 2021’de İran’ın Kaçakçılık Yollarına Darbe Vurduk
2020’de olduğu gibi 2021’de de Suriye içerisinde rejim ve İran ile ilintili hedeflere karşı hava harekatları düzenleyen İsrail ordusunun Genelkurmay Başkanı Korgeneral Aviv Kochavi Suriye içerisindeki İsrail saldırılarının artışının sonucu olarak İran’ın bölgedeki silah kaçakçılığının darbe yediğini iddia etmiştir. Kochavi’ye göre İsrail hava saldırıları İran’ın kaçakçılık için kullandığı pek çok rotayı tehdit etmiş ve Suriye’ye sokulan İran silahlarında düşüş yaşanmasını sağlamıştır.[1] İran’ın Suriye’de hedef alındığı operasyonlara bakıldığında sadece Aralık 2021’de ikisi Lazkiye liman bölgesini hedefleyen üç İsrail saldırısının Suriye içerisinde gerçekleştiği görülmektedir.[2] Askeri personel kayıplarının yanısıra silah ve mühimmat kaybına da yol açan bu saldırılar İsrail’in 2021 senesi Suriye operasyonlarındaki başarı göz önüne alındığında 2022’de de devam edecek gibi gözükmektedir. Tartus ve Lazkiye gibi Akdeniz’e açılan bölgelerin hedef alınmasının haricinde İsrail hava kuvvetleri ülkede İran destekli unsurların olduğu neredeyse her bölgeyi son dönemde operasyon bölgesi olarak işaretlediler. Şam, Şam kırsalı, Halep, Humus kırsalı, Tedmür, Kuneytra ve Deyrezzor’daki İran destekli milislere ait karargah ve binalar sistematik bir şekilde hava saldırılarına maruz kaldı. Bu bölgeler İran’ın asli silahlı unsurlarının (Devrim Muhafızları) ve tali unsurlarının (muhtelif İran destekli milis güçler) yoğun şekilde konuşlandığı ve kök salacak şekilde örgütlendikleri mevkiler olarak göze çarpmaktadır. İsrail’in Lübnan ve Suriye’deki Hizbullah varlığını törpülemek için izlediği ve “savaşlar arası savaş” (MABAM) harekatı olarak tanımlanan bu politikanın sonucunda The Jerusalem Post’un iddiasına göre İran’ın Irak-Suriye-Lübnan hattında kullandığı kara, hava ve deniz koridorlarının işlevi 2021 yılında %70 kayıp yaşamıştır. 2020’de Suriye’de 24 hava saldırısı gerçekleştiren[3] İsrail 2021’de bu sayıyı %25’lik bir artış ile 30’a çıkarttı.[4] @QalaatM’nin verilerine göre Şam vilayeti 13 kez hedef alınarak ilk sırada yer alırken Şam’ın ardından Humus (5 saldırı) ve Tartus-Lazkiye sahil hattı (4 saldırı) gelmekte.[5] Açık kaynak görüntüleri ve saha raporlarına göre 60 kadar askeri araç, 32 rejim ordusu unsuru ve 1 rejim generali[6] bu saldırılarda öldürülmüştür[7]. İran destekli milislerin kayıpları ise şimdilik teyitsiz olmakla birlikte hedef alınan bölgelerdeki milis varlığı göz önüne alındığında bu saldırıların kayıpsız atlatılması mümkün gözükmemektedir. Rusya hem Şam ve güneyi başta olmak üzere sahadaki İran destekli milis varlığını İsrail için tehdit olmaktan çıkaramamakta hem de İran’ın İsrail tarafından dengelenmesinden memnun olarak Tel Aviv’in Suriye’de müdahil olduğu bu siyasete fiilen karşı koymamaktadır. İsrail de bu duruma uygun olarak sahadaki rejim unsurları içinde Rusya destekli grupları hedef almamayı tercih etmektedir. Deyrezzor’da her geçen gün tahkim edilen yeni mevzilerle bölgenin İran destekli milisler için adeta bir ana istasyon olması ve Dera’da İran destekli unsurların artan etkileri İsrail’in bölgedeki İran ve Hizbullah varlığı hususunda alarm pozisyonda olmasının devamı anlamına gelmektedir. Bu saldırılara ek olarak Tel Aviv’in yine bir rejim&İran işbirliği olan bölgedeki uyuşturucu ticaretini de hedef alması 2022 için olası bir beklenti olarak öne çıkmaktadır. İran destekli unsurların ise İsrail’e doğrudan karşılık vermek yerine son aylardaki gibi Tanf askeri üssü ve ABD güçleri üzerinden tepki vermesi beklenmektedir. Bu da 2022’de ABD’nin İran&rejim mevzilerine gerçekleştirdiği hava saldırılarının artışına yol açabilir. Ömer Behram Özdemir   [1] https://www.jpost.com/arab-israeli-conflict/article-689965 , Erişim Tarihi: 30 Aralık 2021. [2] https://www.jpost.com/breaking-news/article-689933 , Erişim Tarihi: 30 Aralık 2021. [3] https://www.suriyegundemi.com/israil-in-2020-de-suriye-deki-hava-saldirilari [4] https://twitter.com/QalaatM/status/1476845174135431168 , Erişim Tarihi: 30 Aralık 2021. [5] https://twitter.com/QalaatM/status/1476845174135431168 , Erişim Tarihi: 30 Aralık 2021. [6] https://twitter.com/QalaatM/status/1402599373628919808 , Erişim Tarihi: 30 Aralık 2021. [7] https://twitter.com/QalaatM/status/1476845174135431168 , Erişim Tarihi: 30 Aralık 2021.
Rejimin Kaçakçılarına Ürdün’ün Müdahalesi Sınırda Sivillere Zarar Veriyor
Esed rejiminin finansman sorunlarını ve yaptırımların etkilerini aşmak amacıyla ülkeyi bir narko suç ana istasyonu haline getirdiğine dair çok sayıda rapor ve analiz 2020 yılı içerisinde kaleme alınarak uluslararası kamuoyunun dikkatine sunuldu.  Esed rejimi bu hamlesiyle Suriye’yi bir uyuşturucu üretim merkezi haline getirirken çevre ülkeleri de uyuşturucu kaçakçılığı rotaları içine sokarak güvenlik istikrarsızlığına itmekte. Esed rejimi ve Hizbullah’ın Suriye’de üretilen uyuşturucuyu bölgeye sokmak için en fazla taciz ettiği kara sınırı ise halihazırda Ürdün sınırı olarak gözükmektedir. Ürdün İçişleri Bakanlığı’na bağlı güvenlik unsurları 2020 içerisinde çok defa bölgede gerçekleştirdiği operasyonlarla yüklü uyuşturucu sevkiyatlarına suçüstü yapsa da bu güçlü kaçakçılık akışının önüne geçememiştir. Bu sorunu çözmek adına diplomasi sahasında Esed rejimi ile temaslar kurarak işbirliği sinyalleri veren Amman yönetimi sahada ise sınır hattının geçirgenliğini azaltmak için sınır bölgelerindeki operasyonlardan taviz vermemektedir. Bu operasyonların şiddeti ise sınır bölgesindeki yerleşimlerin zarar görmesine ve sınır köylerinin insansızlaşmasına yol açmaktadır. Syria Report’un haberine göre 3 Aralık’ta Ürdün sınır muhafızlarınca sınırın Suriye tarafına açılan ateş sonucunda Suveyde Vilayeti’nin güneyinde bulunan Hirbet Avvad köyünde bir kısım bina ve araç hasar gördü.[1]İddialara göre sınırda bir kaçakçılık faaliyetinden şüphelenen Ürdün sınır muhafızları bir küçükbaş sürüsünün de olduğu bölgeye ateş açarak hem sürüye hem de yukarıda bahsi geçen konut ve araçlara zarar vermişlerdir. Daha önce de benzer hadiseler yaşanması bölge halkının sabrını taşırdığı için sivil kitle sınır kapısı önünde toplanarak Ürdün sınır muhafızlarıyla münakaşaya da girmiştir. Syria Report’a konuşan yerel kaynaklar ateş açılan sürünün yasaklı bölgeden 500 metre uzakta olduğunu ve ateş esnasında kimi çiftçilerin kurşunlara hedef olmaktan şans eseri kurtulduklarını dile getirmişlerdir. Ürdün makamlarıyla temasa geçemeyen yerel kitle bölgede konuşlu Suriye rejimi askeri istihbarat unsurları ve rejim muhtarlarıyla bir araya gelerek onların köy adına Ürdün makamlarıyla iletişime geçerek bu tarz eylemlere son verilmesi taleplerini dile getirdiler. Ürdün tarafının kapalı askeri bölge olarak ilan ettiği sınır bölgesindeki kaçakçılık işlemleri kış mevsiminde bilhassa bölgenin sise meyyal hava durumundan da faydalanılarak ivmelenerek artmaktadır. Ürdün sınır güçlerinin bu faaliyetlere ateş ile karşılık vermesi ise 2021 başından bu yana 7 kaçakçının ölümüne yol açmıştır. Kaçakçıların ekseriyetinin bölgede mukim bedevi ailelerden olması bölgede tepkiye yol açarken Suriye sınır muhafızlarının kaçakçılarla kurdukları karşılıklı menfaate dayalı iş birliği sebepli sınırın sadece Ürdün tarafından kaçakçılığa müdahale edilmektedir.  Bu müdahalelerde gerçek kurşunun yanı sıra patlayıcı mühimmatlar da kullanılırken sınırda bulunan el-Mugayr ve el-Anat köyleri de bu müdahalelerde zarar görmüşlerdir. Yine de en fazla zarar gören köy olarak Hirbet Avvad köyü ön plana çıkarken Ürdün sınır muhafızlarının saldırıları ve uzlaşmaz tavırları köyde yerli nüfusun azalmasına da yol açmıştır. Habere göre 2011’de 2500 olan köyün nüfusu bugünlerde 600e inerken önemli sayıda insan bölgedeki kaçakçılık operasyonları sonucu köyün aldığı büyük hasarlara müteakip bölgeyi terk etmiştir. Suriye rejiminin uyuşturucu kaçakçılığını bir finansman kaynağı olarak görmesi ve Hizbullah ile birlikte güçlü bir uyuşturucu ağını henüz uluslararası müdahale görmeden işletiyor olması bölgenin istikrarına etki edeceği gibi Suriye-Ürdün sınırının da geri dönüşlere imkan kalmayacak şekilde insansızlaşmasına yol açabilir. Ömer Behram Özdemir   [1] https://syria-report.com/hlp/residents-flee-syrian-border-village-amid-jordanian-attempts-to-thwart-smuggling/ , Erişim Tarihi: 17 Aralık 2021.  
YPG/SDG Bünyesindeki Eski DEAŞ Militanları
YPG/SDG’ye yönelik suçlamalar içerisinde eski Daeş unsurlarının bölgede YPG/SDG içerisinde rol aldıkları iddiası önemli yer tutmaktadır. Bölgedeki varlığı ve eylemlerini “Daeş karşıtı mücadele” altında meşrulaştıran örgütün eski Daeşçiler ile ilişkilerine dair The New Arab’dan Muhammed Hardan’ın geçtiğimiz günlerde yayınlanan araştırma dosyası oldukça ilgi çekici.[1] Hardan’ın  araştırmacılar ve bölge unsurlarıyla yaptığı mülakatlar sonucu ortaya çıkan çalışmada eski Daeş unsurlarının bilhassa Deyrezzor ve çevresinde etkin oldukları anlaşılmaktadır. Hardan’a konuşan Suriye Aşiretler Konseyi sözcüsü Hammad el-Esad 2019’da Bağuz’un SDG eline düşüşü sonrası teslim olarak SDG’ye katılan eski Daeş unsurlarının insanlara kötü muamele yapmaktan geri durmadıklarını ve bu sebeple SDG içindeki eski Daeşçi varlığının bölgede endişeye yol açtığını dile getirmiştir. Söz konusu Daeşçilerin çatışma tecrübeleri sayesinde YPG/SDG’nin muhaliflerin kontrolündeki alanlar gerçekleştirdikleri bombalı saldırılarda rol oynadıklarını iddia eden el-Esad’ın bu iddiasını Jusoor Center for Studies’den Enes Shawakh de onaylarken Shawakh’a göre YPG/SDG unsurları içerisindeki eski Daeş unsuru militan sayısı 5000. Hardan’ın bu sayılarla alakalı mülakat yaptığı bir diğer isim olan Ahmed Ramazan (Euphrates Center for Combating Violence and Terrorism adlı araştırma kuruluşunun direktörü) ise araştırmalarına göre YPG/SDG içindeki eski Daeş militanı sayısının 4834 olduğunu ve bu unsurların ekseriyetinin Daeş’te olduğu gibi YPG/SDG’de de saha unsuru olarak hareket etmeye devam ettiğini ancak az sayıda bir kısmının da sözde özerk yönetimin uzantısı yapılarda idareci görevinde bulunduklarını iddia etmiştir. Daeş mensubu militanların YPG/SDG bünyesine girme süreçleri ise dosyaya göre 2018’e dayanmakta. Mülakat yapılan Al-Sharq araştırmacısı Saad el-Share söz konusu dönemde Hacin bölgesinde Daeş ile YPG/SDG arasındaki çatışmalar sonucunda bir önemli bir kısım Daeş mensubunun teslim olduğunu ve bunların bir kısmının YPG/SDG içerisine entegre edildiğini vurguladı. Öyle ki YPG/SDG içindeki yoğun eski Daeş mensubu varlığı Daeş’in intikam eylemlerine de yol açtı. Haberde örnek iki vaka ele alındı. Örgütün bir dönem Ganimet Divanı (Haseke’de) ve Maden Divanı (Deyrezzor’da) uzantılarında görevli Musa el-Haşim’i SDG ve uluslararası koalisyon ile istihbari işbirliği sebepli idamı ve SDF bünyesinde rütbeli olarak görev eski Daeş mensubu Raed Hüseyin’in idamı söz konusu vakalar olarak haberde kendisine yer buldu. Daeş’in haber ajansı Amaq’ın infaz görüntülerini “koalisyonun casuslarının infazı” olarak nitelemesi Daeş’in SDG içerisindeki bu yapılanmanın ABD’den bağımsız okumadığını da göstermektedir. Habere göre YPG/SDG’nin bu unsurları kendi bünyesine katmaktaki öncelikli amaçları ise bölgedeki istihbari çalışmalar ve askeri faaliyetlerde örgüt üyelerinin tecrübelerinden faydalanmak. Hardan araştırmalarına göre YPG/SDG bünyesinde bulunan ve hali hazırda rütbeli olarak görev alan eski Daeşçilerin önemli bir kısmının Deyrezzor ve çevresinde YPG/SDG istihbari faaliyetlerini yürüttüklerini ileri sürmektedir. Bu militanların bölgedeki aşiretlerle bağlantılı oldukları, YPG/SDG’nin aşiretlerle kurduğu dengenin bir sonucu olarak aşiretlerin araya girmesiyle bu şahısların önce yargısız şekilde salıverildiği ardından YPG/SDG bünyesine alındığını iddia edilmektedir. Haberde ayrıca bu eski Daeş militanlarının EYPlere dair teknik bilgileri başta olmak üzere sahip oldukları ciddi askeri tecrübenin de YPG/SDG’nin entegrasyon projesinin motivasyonları içinde yer aldığı vurgulanmıştır. YPG/SDGnin Daeş mahkumları kozu üzerinden hem maddi kazanım sağlayıp hem de Daeş tehdidini canlı tutarak kendine verilen dış desteği ayakta tuttuğu göz önünde bulundurulduğunda eski Daeş mensuplarını saflarına katmaları da örgütün pragmatist çizgisine uygun gözükmektedir. Bununla birlikte halihazırda bölgedeki Arap siviller ile sorunlar yaşayan YPG/SDG’nin bir de eski Daeşçiler üzerinden bölgede korku dalgası yayması kendisi için pek rasyonel bir tercih değildir. Zira aşiretlerin YPG/SDG’den dahi daha pragmatik aktörler olduğu bölgede söz konusu Daeş unsurlarının YPG/SDG kontrolü dışında eylemlerle örgütün başına iş çıkarması da muhtemeldir. Ömer Behram Özdemir [1] https://www.alaraby.co.uk/investigations/%D8%AF%D9%88%D8%A7%D8%B9%D8%B4-%22%D9%82%D8%B3%D8%AF%22-%D8%B5%D8%B1%D8%A7%D8%B9%D8%A7%D8%AA-%D8%B9%D9%84%D9%89-%D8%A7%D9%84%D8%A3%D8%B9%D8%B6%D8%A7%D8%A1-%D8%A8%D9%8A%D9%86-%D8%A7%D9%84%D8%AA%D9%86%D8%B8%D9%8A%D9%85%D9%8A%D9%86?fbclid=IwAR3ROgFZWAwM7s9FxoF5tY87JiPkfGCcR72rQh4NzHXfgRidXNJuTEvo_T4 , Erişim Tarihi: 8 Kasım 2021.