Yorum
İsrail’in Suriye politikası: sınırlı müdahaleci yaklaşım 
İsrail’in Suriye Politikası: Sınırlı Müdahaleci Yaklaşım Suriye İç Savaşı, ülkenin kaderini tayin etme sürecinde uluslararası aktörlerin yerel grupları gölgede bıraktığı bir senaryo üzerinden okunmaya devam ediyor. Savaşın ilk safhalarında, uzun vadeli jeopolitik amaçlar, güvenlik-prestij ekseninde oluşturulan amaçlara tercih edilmediği için, çoğu uluslararası aktör Suriye’ye yönelik politikalarını tarafsızlık çerçevesinde oluşturdu ve Suriye güvenliğinde biçilen roller rejim ve muhaliflerle sınırlı tutuldu. Bahsi geçen güvenlik ekseninin temel taşları bölgesel istikrar ve huzurun bozulması ve DAEŞ ve Heyet Tahrir uş Şam (eski adı “Nusra Cephesi” olan “Şam’ın Fethi Cephesi” ve benzer çizgideki örgütlerden teşkil olmuştur) gibi örgütlerin hâkimiyet alanını artırması olarak tanımlanabilir. Bu noktada Türkiye gibi İç Savaş’a sınır komşusu olan bölgesel ülkelerin göç ve göç uzantılı ulusal problemleri de güvenlikleştirdiği görülmüştür. Savaşın giderek daha fragmente bir hal alması sonrası ise, güvenlik-prestij eksenine yönelişi ve önleyici müdahaleleri beraberinde getirmiştir. Tüm bu süreçler yaşanırken, öncelikli tehdit algısını terör örgütleri ve bu örgütlerin yarattığı terör dalgası üzerinden değil, İran ve İran’ın artırdığı etki alanı üzerinden şekillendiren bir ülke var: İsrail. Suriye Sahasında İsrail 2012 yılının Ocak ve Mayıs aylarında Hizbullah’a giden silahları sebep göstererek, Suriye’ye yönelik hava saldırıları düzenleyen İsrail, İç Savaş’ın herhangi bir safında net anlamda yer almaktan kaçınmıştır. İlk hava saldırıları bağlamında İsrail, sahada Hizbullah ile savaşan muhalif unsurlara dolaylı destek sağlayarak, kısmi-bölgesel güvenlik çemberi oluşturma stratejisi izlemiştir [i]. Yine de İsrail’in bu desteğini uzun vadeli ve açıktan bir destek olarak okumak doğru olmayacaktır.. Aslen İran’dan Lübnan’daki Hizbullah’a yönelik yapılan her türlü silah ve mühimmat ağını yıkma temelinde bir politika geliştirilmiştir. İsrail Savunma Eski Bakanı Moshe Ya’alon’un da ifade ettiği gibi İsrail, Suriye’yi kimin yöneteceği ya da Esedli veya Esedsiz geçiş süreçleri gibi tartışmalara taraf olmamıştır [ii]. Bu sebeple sınırlı sayıda önleyici müdahalede bulunmuş, İran destekli milislerin Suriye’deki varlığı ve Hizbullah militanlarının Suriye genelindeki mobilizasyonunu engellemeyi öncelemiştir. Bu tablodan da anlaşılacağı gibi, İsrail’in Suriye’ye yönelik dış politika yapım sürecinin asli unsuru, askeri çatışma sürecinin çözümsüzlüğünü temel alan sınırlı müdahaleci bir yaklaşımdır. Bu yaklaşımı 4 temel başlıkta analiz etmek yerinde olacaktır: İran yayılmacılığını engellemek, İran-Hizbullah arasında gerçekleştirilen silah transferinin önüne geçmek, Golan Tepeleri ve civarında kısmi-bölgesel güvenlik çemberi oluşturmak, Rusya’nın siyasi ve askeri etki alanını minimize etmek. İran Yayılmacılığı: Öncelikli Tehdit İsrail için asli tehlike “Tahran’dan Şam’a ve  Beyrut’a uzanan stratejik bir yaydır” diyen İsrail’in ABD Eski Büyükelçisi Michael Oren, Şam yönetimini bu yayın en önemli unsuru olarak gördüklerini vurguluyor[iii]. Rejim’in devamlılığı İsrail’in dış politika tercihleri arasında listelenmese de radikal grupların oluşturacağı terör sebebiyle öncelikli tehdit sıralamasına koyulmayan Şam yönetiminin İran’a sağladığı hareket serbestisi ve İran destekli milislerin yayılmacı politikaları, İsrail dış politikasını bir labirente çevirmiştir. İran destekli milislerin Suriye içerisindeki varlığı İsrail’i iki sebepten ötürü etkiliyor: Golan tepeleri yakınında İran’ın yeni askeri bir cephe oluşturması ve Hizbullah’a yapılan ileri teknoloji silah sevkiyatı. İsrail’in 1967 yılında işgal ettiği Golan Tepeleri hakkında Başbakan Netanyahu’nun “Sonsuza dek İsrail’in parçası olarak kalacak” açıklaması uluslararası kamuoyunda büyük tepki toplamıştı [iv]. Uluslararası kamuoyu tarafından İsrail’in ilhakının tanınmadığı Golan Tepeleri, İsrail ile Suriye sınırını teşkil ediyor olması bakımından önem arz ediyor. Kuneytra kasabasının kuzeyinde Golan tepeleri sınırına inen rejim güçleri ile İsrail arasında Dera vilayetinde varlık gösteren muhalif unsurlar ve DAEŞli militanlar yer alıyor. DAEŞ ile mücadeleyi sürdürmek ve İran-destekli rejim güçlerinin sınıra inmesi arasında bir nevi “kaybet-kaybet”  yaklaşımı yatmakta, İsrail de bu bağlamda sınırlı müdahale stratejisi ile var olan çatışma sürecini sürdürerek fayda sağlamaktadır [v]. Hizbullah’a Yönelik Silah Transferleri İran’ın bugüne kadar güdümlü füze, karadan karaya füze ve İHA gibi askeri silah ve ekipmanları Hizbullah’a aktardığı rapor edilmiş durumda. İran öncelikle İsrail üzerinde baskı kurmak, sonrasında ise kendi nükleer tesislerine yönelik olası saldırılar konusunda caydırıcılık yaratmak adına bu politikayı benimsiyor. Bu sevkiyat Hizbullah’ın İsrail’e yönelik askeri kapasitesini genişlettiği gibi, ülkenin güneyinde olası karışıklıkları tetikleme ve bu karışıkların İsrail’e sıçramasına sebep olma gibi sonuçlar da doğurabilir. İsrail’i kısa ve orta vadede çatışma alanına sürükleyebilecek bu sürece karşı İsrail, tespit edilen sevkiyatları ve Hizbullah’a ait olduğu belirtilen mühimmat depolarını hedef alarak, düzensiz hava saldırıları düzenlemektedir. İran yayılmacılığını önleme hedefiyle iç içe geçmiş olan bu süreç, İsrail’in Suriye’ye yönelik yaklaşımının ikinci ayağını oluşturmaktadır. Golan Tepeleri: Kısmı-Bölgesel Güvenlik Çemberi Golan tepeleri civarında tehdit oluşturan tek unsur İran-destekli militanlar değil aynı zamanda terör örgütü DAEŞ’tir. İsrail’li General Yair Golan bir enstitüye yaptığı açıklamada, DAEŞ’in İsrail’e oluşturduğu tehdidin İran ile kıyaslanamayacağını, DAEŞ’i bir sorun olarak görmekle beraber İsrail’in bu minvaldeki terör örgütleriyle uzun süredir çatışma içerisinde olduğunu vurgulayarak bu iddianın aksi istikametinde bir görüş ortaya koymuştur [vi]. Yine de düşük seviyeli tehdit algısı bağlamında İsrail’in DAEŞ’e yönelik 2 senaryoyu değerlendirdiği iddia edilebilir. Öncelikle DAEŞ’in Lübnan’a inmesi ve potansiyel çatışmaların kıvılcımını yakması değerlendirilmektedir. Bu yaklaşım İsrail için kısmi kabul görmektedir. Keza DAEŞ’in Lübnan’da varlık göstermesi kısa vadede İsrail’e tehdit olmayıp, aksine Hizbullah’ı oyalayacak dolaylı bir strateji olarak benimsenebilir. Yine de uzun vadede çatışmaların İsrail sınırında belirmesi ihtimali akılda tutulmalıdır. İkinci senaryo ise DAEŞ’in İsrail’e direkt bir tehdit unsuru olmasıdır. Hali hazırda Dera’nın güneybatısında Golan tepeleri sınırında varlık gösteren DAEŞ’e yönelik önemli saldırılar düzenlenmemiş, sınıra yakın noktada yaşayan insanları koruma odaklı bir yaklaşım benimsenmiştir [vii]. DAEŞ ile muhalifler arasında süregelen çatışma ortamı, DAEŞli militanların dikkatlerini büyük oranda Suriye’ye vermesine, İsrail’e yönelik saldırıların sayısının da düşük seviyelerde olmasına yol açmaktadır. Bu sebeplerden ötürü de, İsrail’in çözümsüzlüğü temel alan bir yaklaşımla sınırlı müdahalelerini sürdüreceği öngörülmektedir. Rusya: Dolaylı Tehdit İsrail’in Suriye’ye yönelik yaklaşımının son unsuru ise Rusya’nın askeri ve siyasi varlığını minimize etmek olarak tanımlanabilir. Bu dolaylı bir strateji olmakla beraber, İsrail’in İran temelli öncelikli hedeflerini gerçekleştirme sürecinde katalizör görevi görmektedir. Rusya’nın Suriye’deki varlığı Esed rejiminin koruyuculuğu anlamına gelmekte, bu da İran’ın ülkedeki varlığını perçinlemektedir. Yine Rusya’nın rejim güçlerine sağladığı silah ve mühimmatın Hizbullah’ın eline geçmesi İsrail için tehdidin katsayısını artırmaktadır. İsrail yönetimi anti-tank silahları ve karadan karaya füzelerin bu yolla Hizbullah’ın eline geçtiğini çokça vurgulamıştır [viii]. Buna ek olarak Rusya’nın askeri etki araçları ile Suriye’de nüfuzunun artması, Rus hava savunma sistemlerinin İsrail’e bir engel teşkil etmesi anlamına gelebilir. Hizbullah’a silah transfer süreçlerinin tespiti durumunda Suriye hava sahasına giren İsrail uçaklarının böylesi bir tehditle karşı karşıya olması İsrail için istenen bir durum değildir. Bu sebepler göz önüne alındığında, Rusya’nın bölgedeki varlığını minimize etmek İsrail’in –öncelikli olmasa dahi- Suriye’ye yönelik yaklaşımının bir parçası olarak değerlendirilmektedir. Yine de İsrail’in Rusya’ya yönelik bu hedefinin söylemsel düzeyin ötesine geçmeyen bir hareket tarzıyla gerçekleştiğini de vurgulamak gerekir [ix]. Dürzi Nüfus ve İç Siyasete Etkisi İsrail’in Suriye’ye yönelik dış politika yaklaşımının asli 4 unsuru haricinde, Suriye’deki Dürzilerin durumu ve bundan kaynaklı İsrail’de ikamet eden Dürzilerin hükümete olan baskısı da dikkate değerdir. İsrail ordusunun beşeri sermayelerinden biri olan Dürzi nüfus, özellikle 2015 ve sonrasında Cebel el-Dürzi ve civarında yaşayan Dürzilerin hayati risk altında olması sebebiyle üst düzey hükümet yetkilileri ile yoğun görüşme trafiği sürdürmüştür. Bu noktada Dürzilere insani koridor açılması İsrail iç siyasetinin gündem maddelerinden biri haline gelmiştir [x].  İsrail’in ABD’den Dürzilere yönelik yardım talebi ve İsrail Silahlı Kuvvetleri’nin Dürzilere yardım yapmaya ve tehlikeyi bertaraf etmeye hazır olduğuna dair açıklaması bu bağlamda değerlendirilebilir [xi]. Sonuç ve Değerlendirme 2018’in ilk günlerinde düzenlediği hava saldırısı ile Suriye’de kendini yeniden gösteren İsrail’in Suriye’ye uzun vadeli ve direkt müdahalesi, İsrail açısından olumlu bir sonuç doğurmamaktadır. Temelde savunmacı, zaman zaman önleyici bir saldırı stratejisi izleyen İsrail’in, Rusya’nın bölgedeki hâkimiyeti göz önüne alındığında sık aralıklarla hava saldırıları düzenleyemeyeceği de öngörülebilir. Yine rejim güçleri ve İran destekli grupları cezalandırıcı ve caydırıcı politikalar izlenmesinin ötesine geçilmesi de beklenen bir durum değildir. İç Savaş, Türkiye, Lübnan ya da Ürdün’e yönelik göç dalgalarının sorumlusu olsa da, İsrail’e yönelik doğrudan bir akım oluşturmamış, İsrail dolaylı güvenlik tehditleri üzerinden politikasını şekillendirmiştir. Bu sürecin İsrail için sıkıntısız olduğunu söylemekse yanlıştır. İran’ın artan yayılmacılığı ve DAEŞ arasında yeri geldiğinde bir kaybet-kaybet stratejisi izleyen İsrail, bu süreci olabilecek en zararsız şekilde atlatmak için askeri çatışma sürecinin çözümsüzlüğünü temel alan sınırlı müdahaleci bir yaklaşım geliştirmiştir. Böylece İsrail, sahada çatışan grupların topraklarını hedef almasını öteleyecek ve muhtemel silah transferi süreçlerini engelleyerek, Hizbullah’ın Suriye İç Savaşı sebebiyle kaybettiği gücü yeniden kazanmasının önüne geçecektir. Dipnotlar [i] Macaron, Joe. “Israel, Hezbollah playing Russian roulette in Syria.” Al-Monitor. Kasım 2, 2017. https://www.al-monitor.com/pulse/en/originals/2017/11/israel-hezbollah-russia-syria-iran-golan-conflict.html (23 Ocak 2018 tarihinde erişildi.).[ii] Hanauer, Larry. Israel’s Interests and Options in Syria. Perspective, RAND Corporation, 2016.[iii] Williams, Dan. «Now Israel Says It Wants To Whack Syria’s Assad.» Business Insider. 17 Eylül 2013. http://www.businessinsider.com/israel-wants-to-topple-assad-regime-2013-9 (12 Ocak 2018 tarihinde erişildi).[iv] Ahren, Raphael. «Netanyahu vows Golan Heights will remain part of Israel forever.» Times of Israel. 17 Nisan 2016. https://www.timesofisrael.com/netanyahu-vows-golan-heights-will-remain-part-of-israel-forever/ (15 Ocak 2018 tarihinde erişildi).[v] Thompson, Leigh, ve Dennis Hrebec. «Lose-Lose Agreements in Interdependent Decision Making.» Psychological Bulletin 122, no. 3 (1996): 396-409.[vi] «İGK Başkan Yardımcısından İsrail’in Kürt Siyasetine İlişkin İpuçları.» Suriye Gündemi. 12 Eylül 2017. http://www.suriyegundemi.com/2017/09/12/igk-baskan-yardimcisindan-israilin-kurt-siyasetine-iliskin-ipuclari/ (16 Ocak 2018 tarihinde erişildi).[vii] Osborne, Samuel. «ISIS and Israel clash for first time after jihadis open fire on IDF.» Independent. 27 Kasım 2016. http://www.independent.co.uk/news/world/middle-east/isis-israel-fight-clash-first-time-syria-golan-heights-a7441866.html (16 Ocak 2018 tarihinde erişildi).[viii] «Russia assures Israel: We’re not passing weapons to Hezbollah.» Arutz Sheva. 2 Şubat 2016. https://www.israelnationalnews.com/News/News.aspx/207401 (11 Ocak 2018 tarihinde erişildi).[ix] «İsrail Rusya’yı uyardı: “Suriye’de çatışmayalım”.» CNN Türk. 22 Eylül 2015. https://www.cnnturk.com/dunya/israil-rusyayi-uyardi-suriyede-catismayalim (12 Ocak 2018 tarihinde erişildi).[x] Raydan, Noam ve Matthew Levitt. «Syria’s Druze Under Threat.» Washington Institute. 17 Haziran 2015. http://www.washingtoninstitute.org/policy-analysis/view/syrias-druze-under-threat (15 Ocak 2018 tarihinde erişildi).[xi] Webb, Whitney. “Israel Offers To Occupy Syrian Town To Protect Local Druze Population.” MintPress News. Kasım 8, 2017. http://www.mintpressnews.com/israel-occupy-syria-town-near-golan-heights-protect-druze/234146/ (15 Ocak 2018 tarihinde erişildi).
Fırat Kalkanı Harekâtı’ndan alınan dersler ışığında Afrin Harekâtı Can Acun  
Fırat Kalkanı Harekâtı’ndan alınan dersler ışığında Afrin Harekâtı TSK’nın Afrin bölgesinde PKK’nın Suriye yapılanması olan PYD/YPG terör örgütüne karşı Suriyeli muhaliflerin desteği ile bir harekât başlatması artık an meselesi. Afrin harekâtı için askeri açıdan farklı senaryolar söz konusu: Afrin’in tamamen terörden temizleyecek kapsamlı bir harekât ya da bölgedeki YPG varlığını tamamen kuşatmaya alacak şekilde etrafındaki Tel Rıfat ve Minnig gibi bölgelerin ele geçirilmesi alternatifleri mevcut. Askeri harekâtın kapsamını Rusya ile yürütülen müzakereler belirleyecek gibi. Moskova’nın Ankara’yı görece daha küçük çaptaki bir harekâta ikna çabası içinde olduğu biliniyor. Ancak Türkiye’nin Afrin’deki terör tehdidini kalıcı şekilde bertaraf edebilmesi için kapsamlı bir temizlik harekâtının gerekliliği de ortada.Nihayetinde TSK uzun süredir bölgeye askeri güç intikal ederken İdlib’de,Afrin’in güneyinde de üstlenerek bölgeyi çevrelemiş durumda. Yine kendisine müzahir binlerce Suriyeli muhalif unsuru eğit-donattan geçirerek PYD/YPG tehdidine karşı harekete geçmeyi bekliyor. Türkiye 15 Temmuz darbegirişiminin hemen akabinde başlattığı ve bölgedeki terör örgütleri DEAŞ ve PYD/YPG’yi temizlediği Fırat Kalkanı Harekâtı’na (FKH) benzer şekilde yeni bir adım atmanın eşiğinde. Bu bağlamda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tarih verecek kadar net ifadeleri ve ardından gelen MGK kararı Türkiye adına harekât için geri sayımın başladığını gösteriyor. Fırat Kalkanı tecrübesiTürkiye’nin Afrin’e düzenleyeceği harekâtı askeri açıdan FKH ile kıyasladığımızda bazı benzerliklerin yanı sıra farklı yönleri olacağını da görüyoruz. FKH’de zaman zaman PKKYPG unsurlarıyla karşı karşıya gelinmiş olmakla birlikte temelde DEAŞ’a karşı yürütülen askeri harekâtta 2 bin 200 km2’lik bir alan terör örgütünden temizlenirken topoğrafik açından genelde düz alanlarda yürütülen mücadele nihayetinde el-Bab ve etrafındaki meskûn mahal çatışmaları neticesinde sonlandırılmıştı. TSK ve Suriyeli müzahir muhalif unsurlar harekâtboyunca PKK’nın yanı sıra rejim güçlerinin de sık sık tacizine maruz kalmış, DEAŞ’ın hibrid ve asimetrik savunma taktiklerine karşı mücadele ederken yine terör örgütünün sivilleri canlı kalkan olarak kullanmasından ötürü yavaş ve titiz bir şekilde hareket etmişti. DEAŞ harekât boyunca düzinelerce bombalı araç/intihar saldırısı gerçekleştirirken antitank silahlarını da etkili bir şekilde kullanması harekâtın en büyük meydan okumaları olarak ortaya çıkmıştı. Türkiye’nin ilk kez sınır ötesinde bu tarz bir meskûn mahal çatışmalarının içine girmiş olması dolayısıyla tecrübeli insan gücü ve askeri donanımlara ilişkin bazı handikaplar da kendisini göstermişti. Eğit donat süreçlerinin ilk aşamalarında olan Suriyeli muhalifler de yeteri kadar etkinlik gösterememişti. Ancak FKH’den elde edilen tecrübe ile birlikte ilgili ihtiyaçların karşılanması Türkiye’nin Afrin harekâtında elini ciddi anlamda güçlendirmiş durumda. Afrin HarekâtıTerör örgütü PYD/YPG 2011 devriminin hemen akabinde rejimle yaptıkları anlaşma ile Afrin’i ele geçirmiş ardından bu bölgeyi 2013’te kanton ilan etmişti. Daha sonra ise uçak düşürülme hadisesi sonrasında Rus hava desteği ile Tel Rıfat-Minnig hattını da ÖSO’dan ele geçirerek Arap nüfusu bölgeden tehcir eden örgüt çok uzun süredir olası bir Türkiye askeri harekâtına karşı hazırlık yapmakta. Sondönemlerde Rusya’nın da kontrol noktaları oluşturmaya başladığı Afrin ve etrafında PKK’nın kontrolünde yaklaşık 1.400 km2’lik bir alan söz konusu. Bu alan Fırat’ın doğusundaki PYD/YPG’den coğrafi olarak yalıtılmış olsa da buradaki terör örgütü de diğer alanlarda olduğu gibi KCK Suriye yürütme konseyinin emirkomutası altında yerel olarak Kandil’den emir alan Halil Tefdem, Ahmed Hudro, Mahmud Berhudan, Behcet Abdo, Nocin gibi PKK’lı isimler tarafından idare edilmekte.Afrin’deki sayıları 5-6 bin civarında olduğu değerlendirilen PKK/YPG’liler ile birlikte birkaç yüz civarındaki Ceyşu’s-Suvvar unsurunun DEAŞ’a benzer şekilde asimetrik savaş teknikleri hibrid yöntemlerle TSK ve muhalifleri durdurmaya çalışacağı değerlendirilebilir. Terör örgütünün bölgede çok uzun süredirsiperler kazdığı, tünel hatları oluşturduğu, EYP’lerle tuzaklamalar yaptığı, belli alanları zırhlı araçlara karşı mayınladığı biliniyor. Yine ABD’nin Fırat’ın doğusunda YPG’ye sağladığı antitank silahlarını bölgeye naklederek bir direnç gösterme çabasında olması da beklenebilir. Bölge coğrafyası topoğrafik açıdan değerlendirildiğinde terör örgütü mensuplarının özellikle orta ve kuzeybatı kesimlerinin dağlık olmasından yararlanma çabası içine girerek bu bölgelerde de direnç gösterme olasılığı söz konusudur. Ancak gerek Tel Rıfat ve Minnig bölgesi gerekse Afrin merkezine uzanan düz ovalarda TSK ve müzahir muhalif unsurların teknik imkânları ve ateş gücü karşısında ciddi bir direnç gösterebilmesi pek mümkün görünmüyor. Türkiye FKH’den elde ettiği tecrübeve başta antitank silahlarına karşı olmak üzere asimetrik-hibrid çatışmalarda kullanabileceği etkili çözümler ve SİHA’lar gibi yeni donanımlarla Afrin harekâtı için geçmişe nazaran çok daha iyi bir yerde olduğunu da unutmamak gerek.Bu bağlamda terör örgütünün görüntüyü kurtarabilmek adına göstereceği kısmi bir direnç sonrasında çok kayıp vermemek için dağlık alanlar ve meskûn mahallere çekilerek özellikle Afrin merkez ve diğer yoğun yerleşim yerlerinde sivilleri canlı kalkan olarak kullanmaya çalışması daha olası gözükmekte. Örgüt bu taktik adımların akabinde bir kara propaganda süreci başlatarak hem Türkiye içinde ajitasyon yapmaya çalışacak hem de uluslararası kamuoyu oluşturarak ABD ve Rusya’nın Türkiye’yi durdurabilmesi için çaba gösterecektir. Dolayısıyla Türkiye’nin Afrin harekâtı için medya ve propaganda unsurlarına da en az askeri unsurlar kadar önem vermesi gerekmekte. Kaynak: Sabah 
Afrin operasyonunun boyutları Ömer Özkizilcik  
Afrin operasyonun boyutları Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan AK Parti Tokat 6. Olağan İl Kongresi’nde “Önümüzdeki günlerde inşallah, Fırat Kalkanı Harekatı ile ilk adımını attığımız güney sınırımızı terörden arındırma operasyonunu Afrin’le devam ettireceğiz” açıklaması üzerine dikkatler Afrin üzerine döndü. Erdoğan son yaptığı açıklamasında, “TSK, en kısa sürede Afrin ve Münbiç meselesini Allah’ın izniyle halledecektir. Hazırlıklarımız tamamlanmıştır harekat her an başlayabilir. Ardından da sıra diğer bölgelere gelecektir.” dedi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu minvaldeki açıklamaları ve Feylak uş Şam sözcüsü Muaz Ebu Ömer’in Baladi News’e verdiği demeçlerde; 20 bin ÖSO savaççısının Afrin operasyonu için hazır olduğunu ve yakında başlayacağını açıklaması, Afrin operasyonu beklentisini artırdı. Diğer taraftan Rusya ve ABD’nin olası bir Afrin operasyona karşı hamleleri ve tutumları önem arz etmektedir. Rusya’nın tutumu Türkiye’nin uzun süredir Afrin’e yönelik hazırlıkları sürdürdüğü ve söylem bazında Afrin meselesini sürekli sıcak tuttu. Afrin bölgesindeki YPG militanlarının Rusya’nın askeri üslerine ev sahipliği yapmaları dolayısıya, Türkiye Afrin operasyonunu başlatamadı. Rusya’nın Afrin bölgesinde 5 tane askeri üs bulundurduğu bilinmekte. Rusların askeri üsleri, YPG’nin Türkiye destekli Suriyeli muhaliflerle olan sınır bölgelerine yakın yerlerde bulunmaktadır. Türkiye’nin Afrin operasyonu için Ruslarla anlaşma sağladığına yönelik birçok iddia bulunsa da, bu iddiaların doğrulamak oldukça güçtür fakat Afrin operasyonu gerçekleştiği senaryoda, Rusların verdikleri tepkiler bu soruya ışık tutacaktır. Diğer yandan Rus Dışişleri Bakanı Lavrov’un yaptığı son açıklamalarda, Rusya’nın Afrin operasyonuna karşı olduğu görülmektedir.[1] Lavrov’un ifadelerinin Fırat Kalkanı Harekatı örneğindeki gibi söylem düzeyinde kalıp kalmayacağı önemli bir soru işareti. Rusların Afrin Operasyonu esnasındaki tutumları ve bölgedeki varlığı operasyon önünde oluşabilecek en büyük engellerin başında gelmektedir. Lavrov açıklamalarında ayrıca ABD’nin YPG üzerinden gerçekleştirmeyi planladığı 30 bin kişilik “Sınır Koruma Ordusu’nun” Suriye’nin toprak bütünlüğüne zarar vereceğini ve ABD’den açıklama beklediklerini ifade etti.[2] Amerika’nin muhtemel tepkileri Olası bir Afrin operasyonu karşısında ABD’nin vereceği tepki ayrı bir merak konusu. ABD, PKK/YPG’nin yönettiği Suriye Demokratik Güçleri’ni (SDG) sahadaki müttefikleri olarak görmektedir. ABD Tabka bölgesinde YPG güçlerini Esad rejimi ve rejim yanlısı milislere karşı hava saldırısı ile korumuştu. Ayrıca ABD, YPG üzerinden uzun dönemli Suriye üzerinde etki alanı oluşturmayı ve YPG bölgelerini ABD kuvvetleri ile korumayı planladığı bilinmektedir.[3] Nitekim DAEŞ Suriye’de önemli ölçüde geriletilmiş olsa da, Pentagon 2018 senesi için YPG’ye olan resmi destek planlamasını 2017 senesindeki 430 milyon dolardan, 500 milyon dolara yükseltti.[4] ABD’nin son dönemlerde YPG’ye birçok ağır ve hafif silahı teslim ettiği ve bunların arasında zırhlı araçlar ve anti-tank güdümlü füzeler bulunduğu bilinmektedir.[5] ABD ayrıca YPG militanlarına askeri eğitim verdi ve eğitim kapsamında birçok keşkin nişancı yetiştirdi. İlaveten, ABD Afrin haricinde YPG bölgelerinde birçok askeri üs kurdu.[6] YPG’nin olası karşı hamleleri Türkiye’nin Afrin operasyonu başlatması durumunda, YPG militanlarının Türkiye-Suriye sınırı boyunca hareketlenip, Türkiye içindeki hedeflere karşı saldırı gerçekleştirme ihtimali düşüktür. YPG’nin Türkiye sınırına yönelik saldırıları Türkiye’nin Suriye sınırına ördüğü duvar ve güvenlik önlemleri sayesinde ciddi bir tehlike arz etme ihtimali azdır. Ayrıca bu şekilde bir saldırının ABD’yi NATO müttefiği olan Türkiye karşısında zor duruma düşereceği kesindir. Bu sebeplerden dolayı YPG’nin Suriye sınırları içinde saldırıya geçmeyi tercih etmesi muhtemeldir. Ayrıca PKK üzerinden Türkiye sınırları içerisinde terör saldırıları gerçekleştirilebilir. Fakat Türk güvenlik güçlerinin son dönemlerdeki operasyonlarının başarıları sayesinde, PKK terör eylemlerin sayıları ve etkileri sınırlı olacaktır. YPG’nin Suriye sınırları içerisinde saldırı gerçekleştireceği muhtemel bölge Fırat Kalkanı Harekatı ile kurtarılan Kuzey Halep’teki bölgelerdir. Bu durumda YPG Menbiç bölgesi üzerinden El-Bab ve Cerablus hattına doğru saldırı başlatabilir. Bu durumda TSK ve Türkiye destekli Suriyeli muhaliflerin batıda ve doğuda aynı anda savaşması gerekecektir. Bölgedeki Suriyeli muhaliflerin kapasitesi YPG’nin kapasitesinin altındadır. YPG’nin kapasitesinin daha üstün olmasının temel sebebi ABD’nin askeri ve lojistik desteğidir. Fakat TSK’nin bölgedeki varlığı sebebiyle, güç dengesi YPG’nin aleyhinedir. Ayrıca YPG’nin zorla silah altına aldığı gençler ve SDG bünyesindeki Arap unsurların birçoğu Türkiye destekli Suriyeli muhaliflere karşı savaşmayı reddedecektir. YPG’nin Menbiç üzerinden saldırmasının YPG açısından diğer bir zorluğu ise bölgedeki Arap aşiretlerin YPG aleyhtarlığıdır. YPG güçlerinin iki Arap aşiret mensubunu işkence sonucu öldürmesi sonrasında bölgedeki tansiyon yükselmiş, gösteriler düzenlenmiş ve grev yapılmıştır.[7] Ayrıca Arap aşiretler kendi aralarında önemli bir toplantı gerçekleştirilerek askeri güç kurmuştur. Kendi ifadelerine göre savaşçı sayıları 5 bini bulmakta ve hızla artmaktadır. Hedefleri arasında YPG ile mücadele ve Türkiye ile işbirliği bulunmaktadır.[8] Afrin bölgesindeki askeri harekat Afrin bölgesini, Afrin şehir merkezi ve çevresindeki Kürt nüfus yoğunluğunun olduğu bölgeler ile Tel Rıfaat, Minnag Askeri üssü çevresindeki Arap nüfus çoğunluğunun bulunduğu bölgeler olarak ikiye ayırmak gerekmektedir. Tel Rıfaat ve çevresindeki yerel halk YPG işgali sonucunda göç etmek zorunda kalmıştır. Türkiye sınırındaki Azaz’a yakın kamplarda yaşamını devam ettiren yerel halkın, kendi evlerine dönmek için Türkiye’ye ve ÖSO’ya destek vereceği kesindir. Bölgenin büyük oranda sivil nüfustan arındırılmış olması, insani açıdan askeri operasyonu kolaylaştırmaktadır. Fakat YPG uzun süredir Afrin operasyonu beklediği için bölgede birçok hendek kazmıştır. TSK’nın hendek operasyonları tecrübesi ve başarısı göz önünde bulundurulduğunda, Tel Rıfaat ve çevresinin alınması çok fazla zor olmayacaktır. Sivillerin bölgede bulunmaması Türkiye’deki hendek operasyonlarına kıyasla askeri operasyonu kolaylaştıran en önemli etkendir. Afrin şehri ve çevresinde Kürt nüfusun yoğun yaşadığı bölgelerde sivillerin yaşaması, askeri operasyonu zorlaştıran en önemli etkendir. YPG bölgedeki sivil nüfusu kalkan olarak kullanacaktır. Dolayısıyla siviller için tahliye koridorunun açılması gerekecektir ve operasyon süresinin uzaması ihtimal dahilindedir. TSK’nın bu yönde tecrübeli ve eğitimli olmasına rağmen, ÖSO güçlerin bu yönde eğitim ve tecrübe eksikliği mevcuttur. Ayrıca Afrin bölgesindeki dağlık araziler, PKK tecrübesi de göz önünde bulundurulursa, YPG’nin bölgede gerilla taktiği ile vur-kaç saldırıları düzenlemesine olanak sağlamaktadır. Bu duruma karşın SİHA ve İHA’lar ile bölgeyi tarayan TSK güçleri, sınır hattı boyunca bulunan topçu birlikleri veya hava saldırıları ile YPG’nin saldırılarını önleyebilir. Afrin’deki halk neredeyse Suriye devriminin başlangıcından itibaren YPG kontrolü altında yaşamaktadır. Bölgeden birçok sivil Türkiye’ye kaçmış olsa da, halkın genelinde YPG’nin ideolojik indoktrinasyonun etkileri bulunmaktadır. Özellikle Türkiye aleyhinde propaganda yapıldığı göz önünde bulundurulursa, Afrin şehri ve çevresinde asayişi sağlamak diğer bölgelere kıyasla daha zor olacaktır. Afrin bölgesinde ayrıca birkaç mülteci kampı bulunmaktadır. Kampların ve Afrin genelindeki insani yük de operasyon sonrası Türkiye’nin insani yardım faaliyetlerini artırmasını beraberinde getirecektir. Afrin operasyonu için askeri açıdan hiçbir engelleyici durum bulunmazken, özellikle Rusya ve ABD ile devam eden temaslar sonucu operasyonun hedefleri ve sınırları belirlenecek gibi durmaktadır. Düzenlenecek Afrin operasyonunda sadece Arap nüfus bölgelerinin operasyon sonucunda kontrol altına alındığı takdirde, Afrin bölgesindeki YPG varlığı Türkiye ve Türkiye destekli muhalifler tarafınca ablukaya alınmış olacak. Dış dünya ile irtibatları Türkiye tarafından kesilmiş olacaktır. Olası Afrin operasyonunda, Türkiye bölgedeki YPG varlığını tamamen yok etme veya bölgedeki YPG varlığını abluka altına alma arasında karar vermesi gerekmektedir. Dipnotlar [1]https://sputniknews.com/russia/201801151060754517-lavrov-press-conference/?utm_source=https://t.co/QmhgH7MChv&utm_medium=short_url&utm_content=g3kq&utm_campaign=URL_shortening[2]https://www.dailysabah.com/politics/2018/01/15/ypg-led-army-on-syria-border-could-end-up-splitting-syria-russia-says[3]https://www.dailysabah.com/mideast/2018/01/12/senior-us-diplomat-discloses-american-plans-for-future-of-sdf-held-territories[4]http://www.suriyegundemi.com/2017/06/15/pentagonnun-2018-yili-suriye-icin-butce-planlamasi/[5]http://www.thedrive.com/the-war-zone/10164/us-gives-syrian-kurds-combat-vehicles-mortars-anti-tank-weapons-and-more[6]http://www.suriyegundemi.com/2017/11/18/turkiye-suriye-siniri-son-durum-18-kasim-2017/[7]http://qasioun-news.com/en/news/show/124682/A_Conflict_Between_Menbij_Residents_And_PYD_After_The_Killing_Of_Two_Young_Men[8]http://qasioun-news.com/en/news/show/125054    
DAEŞ’ın Irak ve Suriye’den Sina’ya geçişi mümkün mü? Kutluhan Görücü  
DAEŞ’ın Irak ve Suriye’den Sina’ya geçişi mümkün mü?Ensar Beytül Makdis / Sina Vilayeti’nin Tarihsel Süreci Tarihsel anlamda Sina’ya radikal İslami düşüncenin girişi 1970’lere kadar dayanmaktadır. İrili ufaklı birçok militarist gruba ev sahipliği yapan Mısır ve Sina’da en etkili olan örgüt, 2000’lerin başlarında kurulan el-Tevhid vel-Cihad oldu. Örgüt üzerinde diğer militarist grupların katılımı ile birlikte önemli bir birleşim gerçekleşmiş ve bölgenin en etkili grubu olmayı başararak sansasyonel saldırılarda bulunmuşlardı. Özellikle 2004-2005 yıllarını takiben turistlere yönelik gerçekleştirdikleri saldırılar ile dünyada gündem olmayı başarmışlardı. Ancak örgüt, 2011 devrimi gerçekleşmeden lider kadrosunu kaybetmiş, üyeleri de hapsedilerek tasfiye edilmişti. Daha sonrasında devrim dönemi asayiş boşluklarını değerlendiren örgüt elemanları hapishanelerden çıkıp Ensar Beytül Makdis’i bugünkü adıyla Sina Vilayeti örgütünü meydana getirdiler.[1] Mısır’da Arap Baharı gösterilerinin başladığı, Hüsnü Mübarek rejiminin devrildiği dönemde kurulduğu bilinen örgüt, İsrail’e, Mısır güvenlik güçlerine ve sivillere yönelik gerçekleştirdiği saldırılar ile kendi duyurdu. Kuruluş amacının İsrail’e yönelik saldırılar gerçekleştirme ve Beytül Makdis’i -bugün bilinen adı ile Mescid-i Aksa’yı- özgürleştirme doktrinleri üzerine olduğu söylenebilir. Ancak Muhammed Mursi iktidarının askeri darbe neticesinde devrilmesi ile beraber ve Mısır Ordusunun sivillere yönelik gerçekleştirdiği katliamlar sebebi ile kendilerini Müslümanların koruyucusu konumunda görerek eylemlerini güvenlik güçlerine yöneltmişlerdir.[2]Aşağıda gerçekleştirdiği önemli eylemlerin kronolojik çizelgesi verilen örgüt, bu olayları takip eden yıllarda oldukça kanlı eylemler gerçekleştirdi. 9 Nisan 2014 tarihinde ABD tarafından da terörist gruplar listesine alındı.[3] Başta Birleşik Krallık olmak üzere birçok devlet de Ensar Beytül Makdis örgütünü teröristler gruplar listesine ekledi.[4] ABD’nin Ensar Beytül Makdis örgütünü terörist grup olarak nitelendirdiği açıklamasında örgütün resmi olarak El Kaide üyesi olmadığı ancak onların ideolojisinden izler bulunduğunu söylemektedir.[5] 3 Şubat 2014 tarihinde El Kaide lideri Eymen ez- Zevahiri yaptığı açıklamada DAEŞ ile bir bağları kalmadığının açıklamasını yapmıştı.[6] Bu süreç tüm dünyada ki gruplar arasında DAEŞ’in Irak ve Suriye haricinde bağlılık yeminleri almasına zemin oluşturmuştu. Bu bağlılık yemini verenlerin arasında özellikle Sina yarımadasında faaliyet gösteren Ensar Beytül Makdis de yer aldı. Örgüt 10 Kasım Pazartesi sabahı yayınladığı 9 dakikalık video ile DAEŞ’e ve ‘’Halife’’ Ebubekir El Bağdadi’ye bağlılıklarını sunan bir açıklama yayınladı.[7] Ve adını Sina Vilayeti olarak değiştirdi. Yayınlanan ses kaydında örgüt hem Mısır halkına seslendi ve silahlı direniş çağrısı yaptı hem de Müslüman Kardeşlerin yöntemlerini eleştirerek ;“Mısır halkına sesleniyoruz. Kafirlerin getirdiği demokrasi size yaramayacak. Utanç verici sivil, barışçıl hareketler size fayda getirmeyecek. Daha önce böyle yapan insanlara neler olduğunu gördünüz” açıklamasında bulundu. DAEŞ militanlarının Irak ve Suriye’den Sina’ya geçişi mümkün mü? DAEŞ militanlarının Irak ve Suriye’den Sina bölgesine geçtiği ile alakalı birçok iddia ortaya atıldı.[8][9] DAEŞ’in Irak ve Suriye’de hakimiyet kaybederken buna mukabil olarak Sina, Afganistan, Mısır gibi bölgelerde etkili saldırılarda bulunması bu iddiaların tetikleyicisi oldu.  Özellikle 305 kişinin hayatını kaybettiği Kuzey Sina’daki el Ariş kentinde Rawda camisine yönelik saldırı bu iddiaların ortaya atılmasının altyapısına katkı sağladı.[10] Bu iddiaların ortaya atılmasının temel sebeplerini DAEŞ’in Irak ve Suriye’de ciddi manada alan hakimiyetinin kaybetmesinin ardından gelmesi ve Sina gibi bölgelerde DAEŞ’e bağlılığını bildirmiş örgütlenmelerin etkinliğini arttırması etkili olmuştur. Keza Irak ve Suriye’de DAEŞ’in büyük kanlı saldırılarının azalması medya ve siyasileri de diğer bölgelerde gerçekleşen saldırılara dikkat kesilmeye yöneltmiş olduğu söylenebilir. Özellikle Sina bölgesinin tarihsel manada bu tarz yapılanmaların ve terör saldırılarının yaşandığı bir bölge olduğu gerçeğinin atlanması ve sanki DAEŞ, Sina’da bir anda ortaya çıkmış gibi bir algının olması da kamuoyunu bu yöndeki iddiaları dikkate değer bulmaya sevk etmiş görünmektedir. Ancak gerçek şudur ki DAEŞ, Sina bölgesinde, yukarıda belirtildiği yıllardır oldukça etkili saldırılar gerçekleştirmiştir. Bu gerçekliğin varlığı da DAEŞ militanlarının Irak ve Suriye sahasından Sina bölgesine geçemeyeceği anlamı taşımamaktadır. Bilinmektedir ki örgüt Irak’ta Ürdün ve Suudi Arabistan’a ve Suriye’de de yine Ürdün’e geçişin gerçekleşebileceği sınır bölgelerinde bu geçişleri gerçekleştirebileceği tecrübeye sahiptir. Suudi Arabistan veya Ürdün’e geçişin ardından vadi ve çöl yolları kullanılarak Sina’ya varabileceği sahil noktalarına ulaşılabilir. DAEŞ militanları için en uygun yolun da bu olduğu söylenebilir. Bölgedeki kaçakçılık faaliyetleri de göz önüne alındığında hala ciddi bir finansmana sahip örgütün bu avantajını kullanabilmesi de muhtemeldir. Bir diğer yol olarak da Irak ve Suriye’de kimliğini gizleyebilmiş veya sahte/yeni bir kimlik edinebilmiş militanların turist olarak Mısır’a seyahat edeceği ve ardından da Sina’ya geçiş yapabileceği ihtimalidir. Direkt olarak Sina bölgesine gerçekleşebilecek bir uçuşun şu aşamada oldukça şüphe çekeceği ihtimali, militanları Mısır üzerinden geçmeye yöneltebilir. Keza Sina Vilayeti haricinde Mısır Vilayeti olarak faaliyet gösteren DAEŞ’e bağlı bir yapılanmanın da olduğu ve ciddi saldırılar gerçekleştirdiği de bilinmektedir. Bu hücre yapılanmaları ile koordineli bir şekilde Sina bölgesine geçişin daha da kolaylaşabileceği düşünülebilir. Fakat kamuoyunun algısına yansımış bir şekilde kitlesel bir geçişin söz konusu olamayacağı da aşikardır. Bu kitlesel geçişin yaşanamayacak olmasının nedenleri; coğrafi şartların uygunsuzluğu, mesafenin uzunluğu ve bölgeler arasında hala devlet teşekkülünün asgari şartlarını yerine getirmeye gayret eden devletlerin varlığı şeklinde sıralanabilir. Tüm bu söylemlere ek olarak şu soruyu da akıllara getirmek gerekmektedir; DAEŞ militanları tecrübe kazandıkları, savaştıkları ve ait oldukları (Irak ve Suriye kökenliler) toprakları bırakıp neden Sina bölgesine geçmek istesin? Ayrıca Irak ve Suriye’de savaşmanın, Mısır ordusu ile savaşmaktan daha kolay olduğu ve hakimiyet hedeflerine ulaşmak noktasında bulundukları coğrafyanın siyasi ve askeri olarak daha avantajlı olduğu da aşikardır. Bu nedenlerle örgütün kitlesel bir geçişten ziyade, Sina Vilayeti’nin finansman ve eğitim noktasındaki ihtiyaçlarını karşılamak üzere militan gönderebileceği ihtimali daha olası gözükmektedir. Dipnotlar [1] ByR. Green, ISIS In Sinai And Its Relations With TheLocal Population, TheMiddle East Media ResearchInstitute,https://memri.org/reports/isis-sinai-and-its-relations-local-population-%E2%80%93-part-i[2] Helena Burgrova, Insecurity in Sinai and Beyond Why the Egyptian Counter terrorism Strategy is Failing, Deutsche Gesellschaftfür Auswärtige Politik e.V., (Ocak 2016) https://dgap.org/en/article/getFullPDF/27538[3] Terrorist Designation of Ansar Bayt al-Maqdis, US Departmant of State Diplomacy in Action, https://www.state.gov/j/ct/rls/other/des/266557.htm[4] BBC’s profile of Ansar Bayt al Maqdis out of date, BBC Watch, https://bbcwatch.org/2014/04/17/bbcs-profile-of-ansar-bayt-al-maqdis-out-of-date/[5] Terrorist Designation of Ansar Bayt al-Maqdis, US Departmant of State Diplomacy in Action, https://www.state.gov/j/ct/rls/other/des/266557.htm[6] El Kaide: IŞİD ile ilgimiz yok, Aljazeera Türk, http://www.aljazeera.com.tr/haber/el-kaide-isid-ile-ilgimiz-yok[7]Ensar Beytul Makdis IŞİD’e biat etti, Aljazeera Türk, http://www.aljazeera.com.tr/haber/ensar-beytul-makdis-iside-biat-etti[8] DEAŞ’ı Sina’ya taşıdılar, Yeni Şafak, https://www.yenisafak.com/dunya/deasi-sinayatasidilar-2842709[9] Hüseyin M. El Kabani, ABD gözetiminde Rakka’dan Sina’ya giden üç yol, Anadolu Ajansı, http://aa.com.tr/tr/analiz-haber/abd-gozetiminde-rakkadan-sinaya-giden-uc-yol/1015285[10] Mısır’da camiye saldırı: ’27’si çocuk 305 kişi hayatını kaybetti’, BBC Türkçe, http://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-42109067[11] Erdoğan’dan Rakka’dan çıkarılan DAEŞ’li teröristler için flaş iddia, Habertürk, http://www.haberturk.com/erdogan-dan-flas-deas-iddiasi-1742154
Türkistan İslam Partisi’nin Suriye’de ki geleceği ve Çin’in tutumu Kutluhan Görücü  
Türkistan İslam Partisi’nin Suriye’de ki Geleceği Ve Çin’in Tutumu Suriye savaşının artık küresel manada bir yabancı savaşçı havuzuna dönüştüğü gözle görülür bir gerçek olarak önümüzde durmaktadır. Rejimde, DAEŞ’te, PKK/PYD’de ve muhalif cephelerde yabancı savaşçılara rastlamak oldukça mümkün. Rejim cephesinde savaşmak için gelenleri özellikle İran’ın kontrol ve organize ettiği, birçok akademik raporlamaların da malum ettiği bir gerçek. Özellikle Pakistan, Afganistan, Irak, Lübnan menşeli Şii milisleri organize eden İran’ın[1] karşısında ise dünyanın birçok noktasından Suriye sahasında savaşmak üzere gelen ve muhalif yapıların içerisinde yer alan yabancı savaşçılar bulunmaktadır. Keza muhalif yapılar içerisinde yer alan veya Suriye sahasında kendi etnik unsurlarının çoğunluğu ile askeri birlikler oluşturan Türkistan İslam Partisi gibi gruplar da vardır.[2] Bu noktadaki en önemli farklardan biri, rejim cephelerinde bulunan yabancı savaşçı unsurların devlet organizasyonu içerisinde Suriye sahasına gelmeleridir. Türkistan İslam Partisi 2012 yılından bu yana dahil olduğu Suriye savaşında birçok operasyona katılım sağlamış ve ön cephelerde bulunmuştur.[3] Sayıları yaklaşık 2000-2500 civarında olduğu varsayılan Türkistan İslam Partisi savaşçıları mevcut konjonktürde de aktif olarak Hama cephesinde rejime karşı savaşmaya devam etmektedirler. Türkmen, Kürt Dağı ile birlikte Cisr El Sugur bölgesinde yerleşim ve kontrol alanları oluşturan grup Suriye sahasında kendine hem yeni yerleşim alanı kazanma hem de savaş tecrübesini artırarak nihai hedef olarak Doğu Türkistan’ın Çin işgalinden kurtarılmasını hedeflemektedir.  Elbette bu hedefin özellikle günümüz şartları düşünüldüğünde imkan dahilinde olduğunu söylemek mümkün değildir. Türkistan İslam Partisi, geçtiğimiz ay yayınladığı ‘’Çin Medyası Hakkındaki Gerçek 3’’ başlıklı bir videoda Çin medyasının Doğu Türkistan bölgesinde yaşananlar ile ilgili sansür uyguladığını iddia etti Aynı zamanda Türkistan İslam Partisi’nin daha önce hiç görülmemiş bir şekilde büyük bir askeri konvoy görüntüleri ile gerçekleştirdikleri askeri operasyonlar ile alakalı görüntüler servis edildi.[4] Bu görüntüler ile birlikte örgütün Suriye sahasında dikkatleri daha çok üzerine çekmeyi başardığı söylenebilir. Çin’in Suriye Politikası ve Türkistan İslam Partisi Arap baharı dalgasının Suriye’de de baş göstermesi ile birlikte Çin hükümeti, Esed rejiminin destekçisi noktasında konumlanmış ancak diyalog kanallarının kullanılması gerekliliğini de vurgulamıştır. Ortadoğu politikasını pragmatik yaklaşımlar üzerine kuran Çin’in birincil önceliği enerji ithalatında güvenliğin sağlanması olmuştur. Özellikle son yıllarda artan üretim kapasitesi ve ülkenin ekonomik büyümesi için ihtiyaç duyduğu enerjinin daha ulaşılabilir ve çeşitlendirilmesi noktasında Çin’i ilgilendirmekte ve önceliğini de bu noktaya vermesine sebep olmaktadır. Bu manada Çin, Esed rejimine destek verirken, Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye gibi rejimin karşısında konumlanmış ülkelerle olan ilişkisine dikkat etmiş ve bu noktada bir denge oluşturmaya çalışmıştır.[5] Son dönemlerde Suriye savaşının giderek soğuması ve muhalif etkinliğin savaşın ilk yıllarına göre azalması ile birlikte ateşkes ve müzakere süreçlerinin varlığı Çin hükümetini de yakından ilgilendirmektedir. Keza 29 Mart 2016 tarihinde eski Tahran büyükelçisi Şie Şaoyan’ın Çin’in ilk Suriye özel temsilcisi olarak atanması da bu ilginin somut delili niteliğindedir.[6] Elbette Çin, Türkistanlı savaşçıların Suriye sahasında yeni bir yaşam ve eğitim alanlarına sahip olmasını istemeyecektir. Bu minvalde gelişen menşei belirsiz uçakların Türkistan İslam Partisi savaşçılarını hedef alması[7] ile Çin hükümetinin Suriye’ye iki özel birlik göndereceği hatta gönderdiği iddiaları bu manada okunmalıdır.[8] Bu birliklerin özellikle Türkistan İslam Partisini hedef alacağı ve bu yönde faaliyet göstereceği iddiaları da konunun boyutunu göstermesi bakımından değerlidir. Ancak bu haberlerin Suriye savaşı boyunca sıklıkla gündeme geldiği fakat hem sahadan hem de rejim kaynaklarından bu konuya ilişkin bir doğrulama gelmediğini de belirtmek gerekmektedir. Türkistan İslam Partisi’nin Muhalif Gruplar İle İlişkisi ve Geleceği Türkistan İslam Partisi, Suriye’de ilk varlık gösterdiği zamanlarda Nusra Cephesi içerisinde yer almaktaydı. Zamanla grubun savaşçı sayısının artması ile birlikte kendi oluşumlarını kurmuşlardır. Tarihsel olarak Nusra Cephesi ile yakınlığı bilinen grup şuanda da ana gövdesini Nusra Cephesinin oluşturduğu Heyet Tahriru’ş Şam grubu ile birlikte hareket etmektedir. Bu birlikteliğin temellerinin de Afganistan’a, Taliban ve El Kaide ile olan ilişkilerine dayandığı bilinmektedir. Keza Türkistan İslam Partisi’nin Afganistan’da ki merkezinin ve genel liderliğinin Taliban ve El Kaide ile olan yakın ilişkilerinin Suriye sahasına yansımasının doğal sonucu olduğu belirtilmelidir. Türkistan İslam Partisi’nin yalnızca HTŞ ile değil diğer muhalif örgütlenmeler ile de ilişkileri oldukça gelişmiştir. Birçok savaşta diğer yapılanmalar ile birlikte hareket etmeleri de bu gelişmiş ilişkilerin bir neticesi ve göstergesi konumundadır. Türkistan İslam Partisi’nin Suriye’deki konumu ve geleceği elbette diğer muhalif örgütlerden ve yabancı savaşçılardan bağımsız düşünülemez. Suriye muhalefetinin kat edeceği her adım bu manada örgüte avantaj sağlayacak iken, kaybedeceği her alan da örgüte o derece dezavantaj sağlayacaktır. Savaşın ilk yıllarından beri aktif olarak cephelerde bulunan örgütün savaşma kabiliyeti oldukça yüksek olmasına rağmen bu İdlib eyaletine doğru ilerleme kat eden rejim ve müttefiklerine karşı bölgede yaşanacak herhangi bir sıkışma hem diğer Suriyeli muhalifleri hem de yabancı savaşçıları yok olmanın eşiğine getirecektir. Keza Suriye muhalefetinin İdlib bölgesinden başka geçebileceği herhangi bir kara bağlantılı muhalif bölgesi yoktur. Bu nedenle Türkistan İslam Partisi’nin geleceği, Suriye muhalefetinin geleceği ile yakından ilişkilidir. Çin’in bu zamana kadar Suriye’de aktif savaşa katılmamış olması ve diğer ülkelerin içişlerine karışmama yönündeki ilkesel tutumunun varlığı aktif askeri müdahale ihtimalini oldukça düşürmektedir. Aynı zamanda Suriye’de hakimiyetini perçinleyen İran ve Rusya’nın da bu girişime olumlu bakmayacağı açıktır. Özellikle de Rusya’nın belirli ölçülerde askerlerini Suriye’den çektiği bir dönemde Çin’in Türkistan İslam Partisi’ne yönelik bir askeri müdahalesi olası görünmemektedir. Dipnotlar [1] ŞEN Abdülkadir, Tüm Yönleriyle Suriye Devrimi, Yapım Bozum Yayınları, 2016, s.262[2] Türkistan İslam Partisi içerisinde de Fransız, Kırgız, Özbek gibi etnik kökeni farklı kişiler bulunmaktadır.[3] Kutluhan Görücü, [Profil] Türkistan İslam Partisi, Suriye Gündemi, http://www.suriyegundemi.com/2017/10/15/turkistan-islam-partisi/[4] Caleb Weiss, Turkistan Islamic Party parades in northwestern Syria, Long War Journal, https://www.longwarjournal.org/archives/2017/11/turkistan-islamic-party-parades-in-northwestern-syria.php/amp[5] Ayrıntılı bilgi için bkz: Kadir Ertuğrul, Çin’in Suriye Ajandası, Suriye Gündemi, http://www.suriyegundemi.com/2017/11/02/cinin-suriye-ajandasi/[6] China appoints first special envoy for Syria, South Front, https://southfront.org/china-appoints-first-special-envoy-for-syria/[7] Mysterious aircrat bomb Turkistan Islamic Party in northern Idlib, South Front, https://southfront.org/mysterious-aircrat-bomb-turkistan-islamic-party-in-northern-idlib/[8] China to deploy troops to fight alongside Assad in Syria, Middle East Monitor, https://www.middleeastmonitor.com/20171128-china-to-deploy-troops-to-fight-alongside-assad-in-syria/
Suriye’nin yeniden yapılandırılmasında Türkiye’nin stratejik rolü Mohammad Pervez Bilgrami  
Suriye’nin yeniden yapılandırılmasında Türkiye’nin stratejik rolü ABD’nin ihaneti, Avrupa’nın entrikaları ve Arapların basiretsizliği, Türkiye’yi Suriye politikasını değiştirmeye mecbur bıraktı. Türkiye’nin Suriye’ye yönelik yeni stratejisi, Kasım 2015’da gerçekleşen ve bir Türk F-16’sının sınır ihlali yapan bir Rus Su-24’ünü düşürmesiyle başlayan krizi müteakip Haziran 2016’de vuku bulan Türkiye-Rusya uzlaşmasıyla şekillenmeye başladı. Aralık 2016’da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Putin Kazakistan’ın başkenti Astana’yı Suriye barış görüşmelerinin sürdürüleceği yeni bir konum olarak kararlaştırdılar. 20 Aralık 2016’da, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 2254 numaralı önergesini müteakiben, Türkiye, Rusya ve İran dışişleri bakanları Astana’da Suriye barış görüşmelerini gerçekleştirme kararı aldılar. 28 Aralık 2016’da ise Türkiye ve Rusya Suriye çapında gerçekleştirilecek ve 30 Aralık’ta uygulamaya girecek ateşkes planına karar verdiler. DAEŞ, El-Kaide’ye bağlı El-Nusra Cephesi ve PKK’ya bağlı YPG bu ateşkes kararının dışında bırakılırken, kalan gruplar anlaşmayı imzaladılar.1 Astana anlaşmasının peşinden, El-Nusra Cephesi El-Kaide’den ayrılıp ismini Fetih el-Şam Cephesi olarak değiştirmiş ve Heyet Tahrir Şam (HTŞ) adında şemsiye bir muhalif grubu oluşturmuştur. Bu anlaşma, Türkiye’ye muhaliflerin kontrolü altındaki İdlib’de, Halep’in birtakım bölgelerinde ve Kuzey Suriye’de Lazkiye’nin bazı mahallelerinde kendini yöneten gerilimi düşürme bölgeleri oluşturmasına fırsat tanıdı. Türk ordusu uluslararası seviyede kabul edilmiş ateşkes anlaşmasını denetlemek üzere gözlemleme noktaları kuruyor. Gerilimi düşürme bölgeleri kurmak ile Türkiye’nin en öncelikli stratejisi kendisine yönelik muhtemel mülteci akınlarını durdurmaktı. İkinci olarak, ABD destekli YPG’nin daha fazla güç elde etmesini sağlayacak olan Suriye’nin parçalanması ihtimalini engellemekti. Üçüncü olarak, gerilimi düşürme bölgelerinde hızlıca altyapıyı yeniden inşa edip hayatı normale çevirmekti. Son olaraksa, desteklediği muhaliflerin adına siyasi çözüm müzakerelerini yürütmekti. Türkiye, DAEŞ’in Fırat Kalkanı Operasyonu ile püskürtülmesiyle, El-Bab ve diğer kurtarılmış kasabalardaki altyapıyı hızlıca inşa etti. Kısa bir süreçte şehirdeki tüm enkazlar kaldırıldı, yok edilmiş su ve atık su şebekeleri yeniden inşa edildi; bunun yanı sıra, fırınlar, okullar ve hastaneler inşa edildi ve yenilendi. Şu anda Suriye’nin nüfusunu ve pek çok ülkeye dağılmış Suriyeli mültecilerin sayısını tam olarak kestirmek mümkün değil. Arap Baharı öncesinde, 2010’da 21 milyon olarak tahmin edilen Suriye nüfusunun bugün 18 milyon civarında olduğu varsayılıyor.2 Birleşmiş Milletler Mülteci Ajansı’nın en son verilerine göre, 5,3 milyon kayıtlı mülteci Suriye’ye komşu ülkelerde yaşamakta. Mülteci nüfusunun 3,3 milyonu Türkiye’de yaşamlarını sürdürmekteyken, kalan 2 milyonu ise Lübnan, Ürdün, Irak ve Mısır’a dağılmış durumda. 37 Avrupa ülkesinde kayıtlı 1 milyona yakın sığınmacı3 ve dünyanın diğer bölgelerinde yarım milyona yakın ilticacı da bulunmakta. Bu rakamlar, dünyanın çeşitli bölgelerinde 7 milyon civarı Suriyeli mültecinin olduğunu ve Suriye’nin içinde ve dışında toplam 25 milyon Suriyelinin yaşadığını gösteriyor. Fırat Kalkanı Operasyonu sonucu kurtarılmış 2225 kilometrekarelik alan Azez, El-Bab, Cerablus ve Mare’ gibi nüfusu 100.000’den fazla şehirleri barındırmaktadır. Bunun yanı sıra, bahsi geçen bölgede yoğun nüfuslu pek çok kasaba ve köy de bulunmaktadır. Başka bölgelerdeki Suriyeliler bu kurtarılmış bölgelere yerleşiyorlar; bu kurtarılmış bölgenin nüfusunun 500.000 civarlarına yükseldiği tahmin ediliyor.4 Türkiye gözetimi altında olan İdlib’deki gerilimi düşürme bölgeleri, Lazkiye’nin kuzeydoğusundaki bölgeler, Halep’in batısındaki bölgeler ve Hama’nın kuzeyinin toplam nüfusunun 2,5 milyon civarı olduğu düşünülüyor. Bu da Türkiye’nin kontrol ettiği güvenli bölgedeki Suriyeli nüfusunun 3 milyonun üzerinde olduğu anlamına geliyor. 6,3 milyondan fazla Suriyeli iç göçte bulunmuş5 ve son yıllarda pek çok yerinden edilmiş Suriyelinin yerleştiği İdlib Suriye rejiminin bir döküm alanına dönüşmüştür. Afrin, Menbiç ve Kuzey Halep’ten Haseke’ye, Rakka’ya ve Deyr-i Zor’a uzanan, Fırat Nehri’nin doğusunda kalan geniş bölge ise şu an ABD destekli YPG’nin kontrolü altında. Bu bölgede 3 milyona yakın Suriyelinin yaşadığı tahmin edilmekte. YPG bölgede etnik temizlik yapmakla ve DAEŞ’ten aldığı bölgelerdeki Arap ve Türkmen nüfusunu yerinden etmekle suçlanmaktadır. Muhaliflerin kontrolü altında olan Kuzey Humus’ta Er-Restan ve Telbise illerindeki gerilimi düşürme bölgelerinde, Şam’ın kuzeyindeki Doğu Guta kırsalında, Dera ve Kuneytra illerinde ve Rif Şam’daki Doğu Kalemun bölgelerinde yaşayan en az bir milyon daha Suriyeli bulunmaktadır. Dolayısıyla, toplamda yaklaşık 11 milyonluk bir Suriyeli nüfusunun Esed rejiminin kontrolündeki bölgelerde yaşadığı tahmin ediliyor.6 Mültecileri de eklersek, Suriye’nin toplam nüfusunun kabaca %40-45’i rejim kontrolü altındaki bölgelerde yaşamlarını sürdürmektedir. Suriye’nin toplam alanı yaklaşık 185,000 kilometrekareye tekabül etmektedir; bunun %27’sini ABD destekli YPG, %15’ini ise Türkiye destekli muhalifler ve gerilimi düşürme bölgeleri oluşturmaktadır. Şam ve Halep gibi büyük şehirler de dahil olmak üzere, geri kalan meskûn bölgelerin çoğunluğu (%54) Esed rejiminin kontrolündedir.7 Aralık 2017 itibarıyla, Suriye haritasına bakıldığında DAEŞ’in tüm büyük kentsel merkezlerini kaybettiği ve seyrek nüfuslu çöl bölgelerine sıkıştırıldığı görülebilir. Bu bağlamda, Rusya Esed rejimine kaybettiği toprakları geri kazandırmış olsa da, bahsi geçen bölgede yönetilecek pek bir nüfusun kalmadığı söylenebilir. Eğer Türkiye önerdiği güvenli bölgeye barış getirebilirse, Suriye’nin mevcut nüfusunun üçte birlik kısmı Türkiye’nin doğrudan yönettiği bölgede yaşıyor olacak. Türkiye’nin önümüzdeki hedefleri ise YPG kontrolündeki Afrin ve Menbiç olacak. Afrin’in kontrolünün yeniden sağlanması YPG güçlerini Fırat Nehri’nin doğusuna itmekten daha kolay görünüyor. Afrin’deki YPG kontrolünün Rus ordusunun desteğiyle gerçekleşmesi, Türkiye ve Rusya’nın Suriye bağlamındaki yakınlaşması bunu kolaylaştıracaktır. Bahsi geçen yakınlaşmanın Türkiye ve NATO müttefiki ABD arasındaki Suriye konusundaki yakınlaşmasından daha baskın olduğunu belirtmekte fayda var. Türkiye’nin afet yönetimi, altyapı inşası ve profesyonel insani yardım konusundaki tecrübeleri ülkeyi diğerlerinden ayırmakta.8 Tüm bu melekelerle birlikte, Türkiye’nin Suriye’yi yeniden inşa etmek ve birleştirmek konularındaki kararlılığı halihazırda rejim ve YPG kontrolündeki bölgelerde yaşayan Suriyelilere kendini kabul ettirmesi hususunda yardımcı olacaktır. Koruması altında bulunan Suriyeli nüfusu dolayısıyla, Türkiye Suriye’deki muhtemel siyasi uzlaşma görüşmelerinde kilit aktör olacaktır. Kuzey Suriye’deki Azez şehrinde merkezini kuran Türkiye, şu anda Suriye geçici hükümetine bölgedeki yönetimsel ve askeri işleri yürütmesi amacıyla siyasi ve askeri unsurlarını kurumsallaştırması için yatırım yapmaktadır. Güvenli bölgedeki düzgün yönetim ve yönetişim mevcut geçici hükümetin saygınlığını artıracak ve bu hükümetin Esed rejimine bir alternatif olmasını sağlayacak. Suriye’de yaşanan bu olumlu gelişmelerin ardından, çeşitli muhalif gruplar sınır geçişlerini ve diğer donanımları geçici hükümete devretmeye başladılar.9 Vergilerden elde edilen gelir doğrudan geçici hükümetin hazinesine aktarılacak ve kurtarılmış bölgelerdeki yerel yönetimlerin idaresine yardımcı olacak. Esed‘i 2015’teki bozgundan kurtarmasına rağmen, Rusya Esed’in en nihayetinde gitmek zorunda olduğunun farkında. Türkiye yönetimi altındaki Suriye nüfusu ve milyonlarca Suriyeli mülteci Suriye’nin geleceğini belirlemede önemli bir role sahip olacak. Dolayısıyla, güvenli bölgelerin başarılı bir şekilde oluşturulması silahlı çatışmaların azaltırken, siyasi çözüm talebinin daha da güçlenmesine yol açacak. Şu belirtilmeli ki özgür ve adil bir seçim Suriye’nin geleceği için kilit unsur olacaktır. Türkiye de Suriye’nin geleceği ve bölgedeki barışı yeniden tesis edilmesi süreçlerinin en etkili ve en meşru gücü olarak yer alacaktır. Dipnotlar 1 http://www.aljazeera.com/news/2016/12/russia-turkey-broker-nationwide-ceasefire-deal-161229154943609.html2 http://www.worldometers.info/world-population/syria-population/3 http://data.unhcr.org/syrianrefugees/regional.php4 https://www.al-monitor.com/pulse/en/originals/2017/08/syria-recreational-facilities-aleppo-countryside-euphrates.html5 http://www.internal-displacement.org/global-report/grid2017/6 http://www.nrttv.com/En/Details.aspx?Jimare=176517 http://www.syriahr.com/en/?p=783528 http://www.aljazeera.com/news/2017/12/syria-post-war-reconstruction-booming-jarablus-171213173713605.html9 https://www.al-monitor.com/pulse/originals/2017/10/syria-levant-front-border-crossing-interim-government.html
“Barışa” giderken işlenen savaş suçları ve geçmişle hesaplaşma Yavuz Güçtürk  
“Barışa” Giderken İşlenen Savaş Suçları ve Geçmişle Hesaplaşma Soçi’de 2018’in başında gerçekleştirilmesi beklenen Suriye Ulusal Diyalog Kongresi’ne kimlerin katılacağı veya Kongre’nin Cenevre müzakerelerinin yerini alıp almayacağı 2017’nin son aylarında hararetli bir şekilde tartışılırken, ülkede savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar kapsamına giren vakalar gerçekleşmeye devam etti. 2011 yılından beri süren ve 21. yüzyılın en büyük insani felaketlerinden ve kayıplarından birine yol açan bu savaşın en kısa sürede bitmesi herkesin temennisi ancak son aylarda uluslararası kamuoyunun savaşı bitmiş olarak görüp halen sivillerin varil bombaları gibi güdümlü olmayan silahlarla öldürüldüğünü dikkate almamaları, müzakereler süresince de benzer katliamların yaşanacağına ilişkin ipuçları veriyor. Dahası, işlenen bu savaş suçları ve insanlığa karşı suçlarla nasıl yüzleşile(bile)ceği yeterince dile getirilmiyor. Suriye’de Son Saldırılarda Sivil Kayıpları Ne Durumda? Suriye İnsan Hakları Ağı (SNHR) geçtiğimiz hafta açıkladığı bir raporda, Kasım 2017’de  çoğunluğu Şam’ın banliyöleri, Deyr ez Zor ve Hama’ya olmak üzere en az 613 varil bombası saldırısı yapıldığını, bu saldırılarından birinin sivillerin sığındığı bir kamp olduğunu açıkladı. Rapor’da 2017 yılı boyunca gerçekleştirilen varil bombası saldırılarının sayısının en az 5931 olduğu belirtildi.[1]  Kasım ayında gerçekleşen 33 katliamın 29’undan Rejim ve Rusya, 1’inden Koalisyon Güçleri, 3’ünden diğer gruplar ise sorumlu tutuldu. Katliamlarda yaşamını yitirenlerin yarısını ise kadınlar ve çocuklar oluşturdu.[2] Suriye Sivil Savunması adlı örgüt de Kasım ayında sadece bir hafta içerisinde (14 – 21 Kasım arasında) Rusya ve Rejim’in saldırılarında 5 okul ve 2 sağlık kuruluşunun vurulduğunu, aralarında 4 çalışanlarının da olduğu 107 sivilin öldüğünü, 600’e yakın sivilin de yaralandığını açıkladı.[3] Yakınlaştırmak için Tıklayın SNHR’nin aylık raporuna göre bugüne kadar binlerce kişinin mahkeme önüne çıkarılmadan tutuklandığı Suriye’de, sadece Kasım 2017 en az 569 kişinin keyfi bir biçimde tutuklandığı tespit edilirken, bu tutuklamaların yaklaşık yüzde 75’i Rejim, yüzde 13’ü PYD, yüzde 8’i DAEŞ ve yüzde 4’ü silahlı muhalif güçlerce gerçekleştirildi.[4] Kuşatma altındaki bölgelerde sivillere insani yardım ulaştırma hususunda da hiçbir gelişme olmadığı BM Suriye Özel Temsilcisi Staffan De Mistura ve BM Suriye İnsani Yardım Koordinatörü Jan Egeland tarafından geçen hafta yapılan ortak bir basın toplantısında açıkça ifade edildi. Sadece Doğu Guta’da yaklaşık 400 bin kişi açlıkla karşı karşıya iken, Şam’daki bir hastaneye sadece yarım saat uzaklıkta ve acil tedavi bekleyen 494 kişiden 10’unun bekleme safhasında yaşamını yitirdiği belirtildi. Bu süreçte yardım ulaştırmak üzere hazır bekleyen BM’ye ait 6 yardım konvoyu ve personeli ise, BM’nin söz konusu konvoyların güvenli bir şekilde kuşatma bölgelerine giriş yapabilmesi ve yardım dağıtımı sırasında herhangi bir saldırıya maruz kalmaması için savaşan taraflardan talep ettiği onaylara Suriye Hükümeti’nin yanıt vermemesi nedeniyle kuşatma bölgelerine giremedi. Geçiş Dönemi Adaleti Konusu Kongre’de Ele Alınacak mı? Suriye’de savaşın bitmekte olduğu ve Soçi’de Suriye’nin geleceğinin çizileceği beklentileri bulunmakta. Bu nedenle bugüne kadar savaşın tarafı olan kesimler masada kendilerine bir yer bulmak ve bundan sonra ülkenin yönetiminde söz sahibi olabilmek için kendilerine destek veren ülkelerle birlikte çalışma içinde. Masaya kimin oturacağı ve nelerin ele alınacağı (federal/merkezi yönetim, kaynakların kullanımı vb.) çokça tartışılsa da müzakere edilecek konular arasında bugüne kadar işlenen savaş suçları, insanlığa karşı suçlar ve insan hakları ihlalleri hususunda neler yapılması gerektiği çok cılız bir biçimde dile getirilmekte. “Geçiş dönemini adaleti” (transitional justice) gibi kavramlar ise çoğu kesimce bilinmemekte. Geçiş dönemini adaleti, “daha demokratik, adil ve barışçıl bir gelecek inşa edebilmek amacıyla toplumların geçmişte yaşanmış insan hakları ihlalleri, büyük ölçekli katliamlar ya da başka türden şiddetli toplumsal travmalarla yüzleşmelerine odaklanmış bir etkinlik ve araştırma alanını ifade eder.” Bir yandan evrensel hukuka uygun bir biçimde faillerin yargılanması, diğer yandan mağdurlar ve aileleri için tazminat programları ya da suçların kaynağı olan devlet kurumlarının (polis, ordu, istihbarat vb.) ıslah edilmesi gibi farklı dalları bulunmaktadır.[6] Geçmişle Yüzleşmek Öncelikli Bir Konu mu? Son beş yılda Suriye’de yaşananlar yirminci yüzyıl boyunca büyük travmalar ve trajediler gören ve acıları artık neredeyse kanıksamış Orta Doğu toplumları için bile hayal edilebileceklerin ötesindeydi: Yüzbinlerce ölüm, on binlerce zorla kaybedilmiş kişiler, sistematik infazlar, işkenceler, tecavüzler, milyonlarca yerinden edinilmiş insan, parçalanmış aileler, kayıp kuşaklar… Bugüne kadar “insanlığa karşı suç” kapsamına giren bu suçlara ilişkin etkin bir soruşturma yürütülmedi. İşlenen suçlar cezasız kaldı. Savaş sürecince bu suçlara ilişkin soruşturmaların etkin bir biçimde yürütülmesi pratik açıdan zor olabilirdi. Ancak Suriye’ye barış geldikten sonra da bu konuların elen alınmaması durumunda, milyonlarca Suriyeli mağdur büyük bir hayal kırıklığı yaşayacaktır. Çatışmadan ve iç savaştan yeni çıkmış toplumlarda, sayıları yüzbinleri bulan suçlar ve bunların faillerini yargılamanın imkânsız olduğu gerekçesiyle her şeyi unutarak, geçmişte yaşananların üzerine sünger çekip temiz bir sayfa açmak gerektiğini ileri sürenler sıklıkla bulunmaktadır. Bunun yanı sıra işlenen suçların büyük bir kısmında sorumluluğu olan taraflar da geçmişle yüzleşme konusunun gündeme gelmesinden kaçınırlar. Toplumun ihtiyacının “güvenlik ve istikrar” olduğu sık sık dile getirilerek yaşananların unutulması gerektiği ifade edilir. Tıpkı geçmişte Yugoslavya İç Savaşı’nda olduğu gibi.[7] Bugün Suriye konusunu çözüme kavuşturma sürecinde de bu konuların daha sonra ele alınması gerektiğini öne sürenler olacaktır. Ancak Suriye’nin yeniden inşa sürecinde bu konuların ele alınmaması durumunda gelecekte konuyu tekrar gündeme getirmek daha zor olacaktır. Güçlükle de olsa bu suçların araştırılması hususunda karar alınabildiğinde ise, işlenen suçların böyle bir kapasitesi olmadığı halde olağan yargı mekanizmaları ile çözülmesi önerilecek, faillerin paramiliter örgütleri olduğu iddia edilecek, fiillerin Rejim’in resmi güçlerince gerçekleştirildiğinin inkâr edilemediği durumda ölen subayların emir verdiği öne sürülecek ya da alt düzeyde görevli subay ve bürokratlar yargı önüne çıkarılacak. Tüm bunlar geçmişte dünyanın farklı bölgelerinde gerçekleşen soykırım, savaş suçları ve insanlığa karşı suçların araştırılmasında dile getirildi. Geçmişle yüzleşmekten kaçınarak atılacak bu tür adımlar, toplumdaki gerginliği en fazla bir süre öteleyerek Suriye’nin kalıcı ve gerçek bir barışa ulaşmasını engelleyeceği gibi, gelecekte, farklı boyutta da olsa, cezasızlığın getireceği hayal kırıklığı ve kızgınlığın bir sonucu olarak yeni çatışma olasılıklarını ortaya çıkaracaktır. Bu nedenle, Ruanda örneğinde görüldüğü üzere, yaşanabilecek siyasi ve pratik zorluklara rağmen, kalıcı bir barışın gerçekleşmesi için iç savaş sonrası bu suçların hangi kurum tarafından ne şekilde ele alınacağı (Hakikat  ve uzlaşma komisyonlarının kurulması, özel yetkili bir uluslararası mahkemenin oluşturulması vb.) ve alınan kararların nasıl uygulanacağı gerek Soçi’de yapılacak Kongre’de gerekse onu takip edecek müzakerelerde kapsamlı bir şekilde ele alınmalıdır. Suriyeliler uzun süredir bekledikleri barışa ancak bu şekilde ulaşabilir. Dipnotlar [1] “No less than 613 Barrel Bombs in November 2017”, The Syrian Network for Human Rights (SNHR), 08.12.2017[2] SNHR “katliam” tanımını bir saldırıda en az beş sivilin öldüğü vakalar için kullanıyor. Bkz. “No less than 33 Massacres in November 2017”, The Syrian Network for Human Rights (SNHR), 07.12.2017[3] “Briefing From The White Helmets And The Syria Campaign About Last Seven Days in Eastern Ghouta”, The Syria Civil Defence, 22.11.2017[4] “No less than 569 Cases of Arbitrary Arrest in November 2017”, The Syrian Network for Human Rights (SNHR), 12.12.2017[5] “Note to Correspondents: Joint Press Stakeout by UN Special Envoy for Syria, Staffan de Mistura, and UN Senior Advisor Jan Egeland”, United Nations, 07.12.2017[6] “Geçiş Dönemi Adaleti Hakkında”, Hakikat Adalet Hafıza Çalışmaları Merkezi, 14.12.2017[7] Ana Ljubojevic, “Tomorrow People, Where is Your Past? Transitional Justice Mechanisms and Dealing with Past in Serbia and Crotia”, International Journal of Rule of Law, Transitional Justice And Human Rights, Volume 1, December 2010, s.84
Suriye’de yeni dönem: Soçi ve Suriye Türkmenleri
Soçi ’ye Giden Yol Suriye Krizinin ilk evrelerinde ileri sürülen çözüm önerilerinin anlamsızlaşması nedeniyle giderek derinleşen krize direkt yahut dolaylı olarak müdahil olan her aktör pozisyonunu bugün yeniden gözden geçiriyor, stratejilerini yeniliyor. Bu anlamda Soçi Zirvesi ve görüşmeleri önemli bir gelişme olarak önümüzde duruyor. Rusya Devlet Başkanı Putin’in davetiyle Soçi’de Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan ile İran Cumhurbaşkanı Ruhani’yi bir araya getiren 22 Kasım tarihli kritik zirve bölgede ve uluslararası kamuoyunda ilgiyle takip edildi. Aslında Soçi Zirvesi, Astana Süreci’nin tamamlayıcısı olarak da değerlendirilebilir. Bahsi geçen üç ülke, kendi aralarında başlattıkları ve şu an için Suriye özelinde yoğunlaşan işbirliğini Soçi Zirvesi ile derinleştiriyor. Astana Sürecinden bu yana, Türkiye, Rusya ve İran’ın, Suriye’de farklı çıkar ve duruşları mevcut. Buna rağmen Astana’da tesis edilen işbirliği yoluna devam ediyor. Soçi Zirvesi ile bu durum uluslararası kamuoyunda daha görünür bir hale bürünüyor. Bu üç ülke Astana’dan sonra Suriye’de beş çatışmasızlık bölgesi oluşturdu. Bu bölgelerde (dönem dönem aksamalar olsa da) ateşkes devam ediyor. Bu durum her şeye rağmen Suriye özelinde elde edilmiş bir başarıdır. Soçi’de üç ülkeyi biraraya getiren en önemli konu üç ülkenin de Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunması hususundaki mutabakatları. Bu bağlamda, Soçi Zirvesi sonrasında liderlerin açıklamaları sürecin gelişerek ilerleyeceğine işaret ediyor. Suriye’nin Türkmenleri Suriye coğrafyasında yaşayan kadim halklardan birisi olan Türkmenler yedinci yüzyıldan bu yana bölgede yaşamlarını sürdürüyor. Türkmenler Suriye’de geniş bir alana yayılmış halde. Halep, Lazkiye-İdlib (Bayır-Bucak), Humus, Hama, Tartus, Rakka, Dera, Şam ve Golan bölgelerinde Türkmen varlığı bulunuyor. Suriye Türkmenleri yüzyıllardan beri yaşadıkları topraklarını ve kimliklerini korumak için bugün ciddi bir mücadele veriyor. Yüzyıllardır Suriye’de, Suriye halkından ayrı bir halk olarak, Türkmenler varlık gösteriyor. Suriye’de Türkçe konuşan yaklaşık bir buçuk milyon civarında Türkmen var. Türkçeyi unutmuş Türkmenler ile beraber Suriye’deki Türkmen nüfus üç milyon civarındadır. Türkmen varlığını hem Osmanlı Türk İmparatorluk Arşivleri hem de Fransa’nın Manda Yönetimi Arşivleri doğruluyor. Uluslararası Hukuk Açısından Suriye Türkmenleri Bu noktada konuya uluslararası hukuk perspektifinden de bakmak faydalı olacaktır. Konuyla ilgili olan 1921 Ankara, 1923 Lozan, 1939 Türkiye-Fransa Andlaşmalarında Suriye’de Türkmenlere yönelik herhangi bir statü öngörülmemiştir. Bu durum dönemin azınlık anlayışının dini temelde görülmesi ve Suriye Türkmenlerinin de çoğunluğu Müslüman bir ülkenin sınırlarının içerisinde bulunması ile de alakalı. Dolayısıyla Suriye Türkmenleri hâlihazırda Suriye’de direkt entite olarak ayrı bir hukuksal statü sahibi değil. Bu nedenle Suriye Türkmenlerinin önümüzdeki süreçte ilk hedefleri hukuki statü kazanmak olmalı. Bunun için de; ayrı bir aktör olarak; Suriye’yi oluşturan unsurlardan birisi olarak; mevcut içinde bulunulan şemsiyenin dışında masaya oturulması gerekir. Burada bu yönde kazanım elde edilirse bu durum Irak Türkmenleri için de model olabilir. Ayrıca hukuki statü kazanımı için Suriye’de kadim Türkmen varlığının ispatı noktasında Türk İmparatorluk Arşivlerinin yanı sıra Fransa’nın Manda Arşivleri de Türkmenler için çok önemlidir. İlgili arşivlerde konuyla alakalı belgelerin incelenmesine, yayınlanmasına ve kamuoyu ile paylaşılmasına yönelik bir proje faydalı olabilir. Suriye Türkmenleri ile ilgili olarak atılacak tüm adımların uzun vadede kazanım getirmesi hukuki statünün sağlamlığına bağlıdır. Hukuki statü Türkmenlere objektivite/ nesnellik kazandıracaktır. Suriye’de Türkmenlerin mevcut durumu ise maalesef subjektivite/ öznellik halidir. Subjektivite hali devam ettiği sürece de Türkiye’den başka kimse Türkmenlerle ilgilenmeyecek ve onları dikkate almayacaktır. Her ne olursa olsun Türkmenlerin öncelikli hedefi bir statü belgesi kazanmak olmalıdır. Hukuki statü ilerleyen yıllar için (üstü silinmiş bile olsa) bir tapudur. Gelecek Projeksiyonu: Soçi ve Türkmenler Hadiseye Suriye Türkmenleri özelinden bakarsak, Suriye Türkmenlerinin 2011 yılından bu yana vermiş olduğu ‘Onur ve Özgürlük Mücadelesi’ yeni bir aşamaya ulaştı. Suriye’deki iç siyasi ve askeri dengelerin değişmesi ve Orta Doğu’daki bölgesel güç dengesinin geldiği nokta itibarıyla artık Suriye’de siyasi çözüm konusu askeri meselelerin önüne geçti. Bugün Suriye Türkmenleri ve Suriye Türkmenlerinin meşru temsilcisi olan Suriye Türkmen Meclisi gerek siyasi gerekse diplomatik olarak Suriye’de Türkmen Halkının çıkarlarını korumak ve geleceğini güvence altına alabilmek için önümüzdeki süreçte siyasi çözüm masasında olma mücadelesi veriyor. Elbette, Türkmenler Suriye Muhalefeti içinde farklı platformlarda temsil ediliyor. Ancak bu platformlarda Türkmenlerin haklarını korumak için verilen çaba çok önemli olmasına rağmen yeterli değil. Suriye Türkmenleri Suriye’de Araplardan sonra en büyük nüfusa sahip ikinci etnik grup. Türkmenler, Suriye’de geride bıraktığımız sürecin en büyük mağdurlarından birisi. Hiçbir zaman etnik/dini terör örgütleri ile irtibatı olmamış ve her zaman Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunmuş bir toplum olarak Suriye Türkmenleri bugün de masada kendi haklarını kendisi savunmak istiyor. Bu haklı bir istektir, Suriye’nin geleceği ile alakalı herhangi bir toplantıda Suriye Türkmenlerinin temsil edilmemesi, o toplantının samimiyetinin ve meşruiyetinin sorgulanmasına neden olacaktır. Bu çerçevede; Suriye’deki tüm halkların temsil edileceği ilan edilen ve Soçi’de toplanması planlanan Suriye Ulusal Diyalog Kongresi’ne Suriye Türkmen Meclisi, Türkmenleri temsilen katılmayı arzuluyor. Bu çerçevede gerekli tüm girişimlerin ilgili makamlar ve kuruluşlar çerçevesinde başlatıldığını biliyoruz. Suriye Türkmenlerinin gerek Soçi gerekse diğer platformlardaki en önemli hedefi; Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunması ilkesi çerçevesinde Türkmenlerin yazılacak yeni Anayasa içinde Suriye’deki varlığını tanıyacak, koruyacak ve güvence altına alacak bir hukuki statü kazanmasını sağlamak. Bu noktada sanıyorum ki öncelikli talep Suriye Türkmenlerine ‘kurucu halk’ statüsü verilmesi olacaktır. Suriye Türkmenleri bu hedefine ulaşabilmek için önümüzdeki süreçte, Suriye’de siyasi istikrarın sağlanmasına katkıda bulunabilecek tüm taraflarla siyasi diyaloga açık olduğunu geçtiğimiz günlerde kamuoyu ile paylaştı. Suriye Türkmenlerinin bu konudaki tek kırmızı çizgisi Suriye’nin ve Türkiye’nin güvenliğine tehdit oluşturan terör örgütleriyle aynı zeminde yer almamak. Bu anlamda Suriye’nin toprak bütünlüğüne karşı çeşitli aksiyonlar içerisinde bulunmuş radikal dini/etnik aktörlerin Suriye’nin geleceğinin tasarlanacağı masaya davet edilmemeleri doğru olacaktır. Türkmenler önümüzdeki süreçte her türlü parçalı yapıya/ otoriteye karşı olduğunu deklare etti. Bu doğru bir tavırdır. Zira, ülke bütünlüğüne zarar getirecek birtakım etnik/dini gruplara federal/otonom statüler verilmesinin hangi olumsuz sonuçlara yol açtığı Irak’ta tecrübe edildi. Irak’ta DEAŞ’ı ortaya çıkaran başlıca neden de bu oldu. Türkmenlerin herhangi bir federal/otonom bölge talebi yok çünkü bunu ülkenin bölünmesi olarak görüyorlar. Suriye Türkmenleri, Türkmenler dahil olmak üzere tüm halkların temel hak ve hürriyetlere sahip olduğu üniter bir devlet modelini savunuyor. Soçi’den başarılı bir sonuç çıkması arzu ediliyorsa masaya davet edilecek aktörler Suriye’nin toprak bütünlüğüne karşı aksiyon gerçekleştirmemiş ve aynı zamanda etnik/dini silahlı hareketler ile rabıtası olmayan aktörler arasından seçilmeli. Bu noktada dışarı ile bağlantılı/terör faaliyetleri ile kazanımlar elde etmiş bazı örgütlerle/aktörlerle Türkmenler aynı kefeye konulmamalı. Bugün geldiğimiz noktada Türkmenlere hakları eksiksiz bir şekilde verilirse bu durum Suriye’de kalıcı barışın tesisi için çok önemli bir adım olacaktır. Ayrıca bu vesile ile Türkmenler yeni kurulacak demokratik Suriye’nin Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Dünyası ile ilişkilerini kolaylaştırıcı bir işlev de üstlenebilecektir.
Rusya’nın Suriye politikasında YPG faktörü Ömer Özkizilcik  
  Yorum / Suriye Gündemi Rusya, Astana‘da Türkiye ve İranla Suriye için çözüm yolları ararken, diğer yandan YPG kozunu oynayıp askeri ve siyasi kazanımlarını en yükseğe çıkarmayı hedeflemektedir. Rusya‘nın son Soçi hamlesi ve YPG ile varılan anlaşma çerçevesinde Rus vatandaşı DAEŞ militanlarının Rus yetkililere teslim edilmesi bu minvalde öne çıkmaktadır.[1] Hatırlanacağı üzere Rusya, 2017 başında Suriye için yeni bir anayasa taslağı hazırlamıştı.[2] Taslak, istenilen etkiyi gösteremese de söz konusu metinde en dikkat çeken ve tartışılan konuların başında Suriye’nin Kuzeyi için öngörülen otonom bölge teklifi geliyordu. Soçi‘de 18 Kasım’da düzenlenmesi planlanan ancak belli olmayan bir tarihe ertelenen Suriye Halkları Konferansı’nda  Suriye‘nin siyasi geleceği konuşulacaktı.[3] Konferans, bir yandan ABD ve AB ülkelerini dışarıda tutarken, diğer yandan İran ve Türkiye‘yi de dışlamaktaydı. Fakat YPG‘nin siyasi yapılanması PYD davetliler arasındaydı. Soçi Konferansı Suriye muhalefetinin tepkisi ve Türkiye‘nin girişimiyle ertelenmiş olsa da Rusya‘nın Suriye’nin geleceğine ilişkin tasavvuru hakkında ipucu vermektedir. Rusya‘nın Federatif Devlet Anlayışı Türkiye ve Rusya, Astana görüşmeleri doğrultusunda Suriye‘nin toprak bütünlüğü üzerine mutabık kalmıştır. Görünenin aksine mutabakat, aslında içerisinde birçok fikir ayrılıklarını barındırmaktadır. Türkiye, Suriye‘nin toprak bütünlüğü kavramından üniter bir yapılanmayı benimserken, Rusya ise federatif ve/veya otonom bölgeleri kapsayan bir devlet anlayışını benimsemektedir. Rusya, federatif bir yapıya sahiptir. Ülke sınırları içerisinde Adıge Cumhuriyeti; Altay Cumhuriyeti; Başkurtistan; Buryatya; Çeçenistan; Çuvaşistan; Dağıstan; Hakasya; İnguşetya; Karaçay-Çerkesya; Yakutistan; Tataristan; Tuva; Udmurtya gibi otonom bölgeler (Cumhuriyetler) bulunmaktadır. Her devletin kendi sistemi doğrultusunda dış politika hamleleri belirlediği gibi Rusya da kendi devlet anlayışı doğrultusunda bir dış politika anlayışına sahiptir. Rusya için federatif bir yapılanma ve otonom bölgelerin varlığı bir devlet için en iyi çözüm/yöntem olarak görülmektedir. Bu sebeplerden ötürü, Rusya’nın Suriye’nin Kuzeyi’nde federal veya otonom bir bölgeyi Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunmasına bir tehlike olarak görmemesi ‘doğaldır’. Kendi sınırları içerisinde bulunan ayrılıkçılara karşı sert bir tavır sergileyen Rusya, diğer yandan bu bölgelere otonomi haklarını tanıyarak kendi sınırları içerisinde tutmayı başarmıştır. Özellikle Çeçenistan örneğinde görüldüğü üzere, Rusya bağımsızlık arayışlarına karşı çıkmaktadır ama ulus devlet sınırları içerisinde otonom bir varlığı kabul ve teşvik etmektedir. Bir dönem bağımsızlık arayışı içerisinde olan Çeçenlere karşı amansız saldırılar ve politikalar sergileyen Rusya, ayrılıkçı olmayan Kadirov hükümetini ise desteklemektedir. Rusya, federasyon, otonomi gibi konularda Türkiye’den çok farklı tecrübeye ve geleneğe sahiptir. Bu nedenle Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunması üzerine mutabık kalınan karar, Türkiye için farklı Rusya Federasyonu için farklı anlamlara gelmektedir. Rusya‘nın YPG ile Sahadaki Angajmanı Rusya, Suriye‘de YPG ile birçok noktada ortak hareket etmiştir. Özellikle Halep’in Esed Rejimi ve rerjimi destekleyen Rusya tarafından ele geçirilmesinde YPG’nin rolü önemlidir. Şubat 2016’da yoğun Rus hava saldırıları desteğiyle rejim ve rejim yanlısı milisler Başköy’den başlattıkları operasyonun sonucunda Muhaliflerin Kuzey Halep’ten Halep merkezine giden ikmal hattını kesmeyi başarmıştı. Ardından yine Rus hava desteği ile Tel Rıfat’ı muhaliflerden alan YPG güçleri Rejim ile kuzeyde bulunan muhalifler arasında tampon bölge oluşturmuştu.[4] Rejim, Haziran 2016’da Halep’in kuşatılması operasyonunun ikinci evresini başlatmıştı.  Kuzeyden Mellah Çiftliklerini ele geçiren Rejim yanlısı milisler, YPG ile ortaklaşa gerçekleştirdikleri saldırı sonucu Kastello yolunu ele geçirmişti. Kastello yolunun düşmesiyle Rejim, Temmuz 2016’da Halep’teki muhalifleri tamamen kuşatma altına almayı başarmıştı. Halep merkezindeki Şeyh Maksud mahallesinde YPG varlığını halen devam etmektedir.[5] Diğer Rus-YPG ortaklığı ise Afrin bölgesinde görülmektedir. Tel Rıfat‘ın YPG tarafından ele geçirilmesinin ardından, Afrin bölgesindeki Rus-YPG yakınlaşması hız kazanmıştır. Rusya‘nın Afrin bölgesi ve civarında 5 askeri üssü bulunmaktadır.[6] Rusya‘nın askeri üsleri Ayn Daknah, Tel Rıfat ve Minnag askeri hava üssünde de bulunması, Türkiye‘ye karşı kalkan oluşturmaktadır. YPG’nin, Türkiye destekli Suriyeli muhaliflerle olan sınır hatlarında Rus askeri üslerin bulunması ayrıca önem teşkil etmektedir. Rusya-YPG angajmanını sahada gösteren diğer bir gösterge ise Menbiç bölgesi için yapılan anlaşmalardır. Fırat Kalkanı Harekatı‘nda El-Bab‘ın ele geçirilmesinden sonra, Türkiye destekli Suriyeli muhaliflerin Menbiç‘e doğru yönelmesi üzerine, Rusya YPG ile anlaşmaya vardı. Anlaşma kapsamında Rus ve Esed rejimi askerleri Menbiç ve Arima bölgesine sevk edildi ve YPG için bir koruma kalkanı oluşturuldu.[7]  Rusya‘nın Çok Yönlü Suriye ve YPG Stratejisi Rusya‘nın Suriye‘deki stratejisi çok yönlüdür ve kendi çıkarını maksimize etmeye yöneliktir. Bir yandan Rusya, Türkiye ve İran ile Astana sürecinde Suriye‘nin geleceği ve askeri durumu hakkında kararlar alırken, diğer yandan Suriye‘nin güney bölgeleri için ABD ve İsrail ile anlaşmaya  çalışmaktadır.[8] Şam ve Guta bölgeleri için ise Mısır arabuluculuğu ile çözümler aramaktadır.[9] Rusya, gerektiğinde kendi çıkarları doğrultusunda Suriye‘deki tüm aktörleri birbirlerine karşı da kullanmaktadır. Rusya‘nın Rusya’nın S-400 hava savunma sistemleri ile Suriye’nin hava sahasını kontrol altına almayı başardığından, ABD öncülüğündeki Uluslar arası koalisyon dahi, herhangi bir gerilim veya çatışmayı önlemek amaçlı, Rusya ile irtibat hatları oluşturma gereksinimi duymuştur.[10] Örneğin Türkiye Fırat Kalkanı Harekatı esnasında, DAEŞ’a karşı gerçekleştirdiği hava saldırılarında Rusya ile irtibatta kalmıştır. Dönem dönem Türkiye, Rusya ile yaşadığı gerilim yüzünden, Suriye’de hava saldırıları gerçekleştirememiştir. Rusya, Suriye‘de güttüğü  bu stratejisini YPG konusunda da uygulamaktadır. YPG, Rusya‘nın elinde Suriyeli muhaliflerin en büyük ve önemli destekcisi olan Türkiye‘ye karşı önemli bir kozdur. Rusya bu kartı kullanmaktadır. Bir yandan YPG‘yi kullanarak taviz almaya çalışmaktadır. Diğer yandan ise YPG‘den, özellikle Afrin bölgesinde, Türkiye tehditini göstererek tavizler istemektedir. Rusya‘nın Minnag askeri üssüne ve Tel Rıfat‘a yerleşmesinin altında bu yatmaktadır. Böylelikle Rusya kendi alan hakimiyetini genişletmektedir. Rusya’nın YPG stratejisinde ABD faktörü Rusya‘nın YPG stratejisi sadece Türkiye‘ye karşı kurulmuş değildir. Aynı zamanda ABD‘ye de karşı kurgulanmış bir strateji söz konusudur. ABD, Suriye‘de YPG‘ye yatırım yapmaktadır ve kendi vekil kuvveti olarak askeri destek vermektedir. Rusya ise YPG‘yi ABD‘nin elinden alıp  kendi menfaatine yönelik kullanmak istemektedir. YPG‘ye kendisini alternatif gösterip, ABD‘ye karşı olan bağımlılıklarını azaltmayı hedeflemektedir. Ayrıca uzun vaadede ABD‘nin bölgeden çekildiği konjönktürde YPG‘nin hamisi olarak rol almayı istemektedir. Rusya‘nın ABD‘ye nazaran en büyük kozu Esed rejimi üzerindeki etkisidir. ABD YPG‘ye DAEŞ‘e karşı hava, askeri eğitim, silah ve lojistik deşteği sağlamıştır. Fakat Esed rejiminin YPG‘ye karşı büyük saldırı başlattığı senaryoda, ABD‘nin YPG‘yi ne denli koruyacağı meçhuldür. Rusya ise YPG‘ye bu yönde güvence verebilir. Esed rejimi askeri anlamda özellikle Rusya‘ya muhtaçtır. Rusya‘nın karşı çıktığı askeri bir operasyon yapması zordur. Rusya‘nın YPG‘ye vaad edebileceği diğer bir konu ise otonom bölgedir. Rusya‘nın anayasa taslağında da görüldüğü üzere Rusya otonom bir yapıyı desteklemektedir. ABD de bu görüşte olsa da, Esed rejimi üzerinde etki alanı kısıtlıdır. Rusya ise Esed rejimi ve YPG arasında otonom bölgenin gerçekleşmesi için arabuluculuk yapabilir. YPG‘nin Rusya ofisinin  hala faaliyette olması ve Rusya ile YPG arasında Suriye‘de  görüşmelerin yapılması bu yönde bir işaret olarak değerlendirilebilir. ABD, YPG için askeri ve lojistik ortak ve koruma kalkanı iken, Rusya YPG‘ye anayasal meşruiyeti ve uzun dönemli ortaklığı vaad edebilmektedir. Rusya‘nın PKK‘ya Karşı Tarihi Tutumu Rusya Suriye‘nin geleceğinde YPG‘yi bir aktör olarak görmektedir. Ayrıca Rusya ABD ve AB‘ye kıyasla PKK‘yı da terör örgütü olarak tanımlamamaktadır. Rusya‘nın PKK ile ilişkisi Suriye savaşının çok öncelerine dayanmaktadır. Marksist-Leninist bir örgüt olan PKK, kuruluşundan itibaren Rusya ile iyi ilişkilere sahip olmuştur. Nitekim Rusya 1994’te, Türkiye’nin itirazlarına rağmen, PKK sempatizanlarının Moskova’da “Kürt Evi” açmasına müsaade etmiştir. Bu müsaadenin ardından ertesi yıl Duma meclisinde “ Kürdistan Sorunları Çalışma Grubu” kurulmuştur. İlk başlarda PKK ile olan irtibatını paravan gruplar ile yürüten Rusya, 1998’te Mahir Velat’ın PKK’nın siyasi kanadı ERNK’nın temsilcisi olarak Moskova’da görev yapmasıyla PKK ile direk olarak ve açıktan görüşmeye başlamıştır. Aynı sene Türkiye ile Suriye’yi savaşın eşiğine getiren 1998 Ekimindeki Öcalan krizi nedeniyle Öcalan gizlice Yunanistan üzerinden Rusya’ya kaçtı ve Liberal Demokrat Parti’nin milletvekili Mitrapo’nun ayarladığı bir evde kaldı. Türkiye ile Rusya arasında kriz çıkınca mecburen 33 gün sonra İtalya ya sığındı. [11] Yakın tarihteki Rusya-PKK ilişkilerindeki bu örnekleri göz önünde bulundurarak, YPG’nin siyasi uzantısı olan PYD’nin Moskova ofisinin Rusya’nın çıkarlarına hizmet ettiği müddetçe aktif olacak olması; kısa ve orta vadede Rusya ve YPG arasındaki ilişkilerin Türkiye’nin istemediği bir eksende ilerlemesi mümkündür. Türkiye kendi ulusal güvenliği açısından tehdit unsuru olan YPG, Türkiye’yi önümüzdeki süreçte zorlayacaktır. Rusya’nın federatif devlet anlayışı, YPG ile sahadaki angajmanı, Suriye’deki çok yönlü stratejisi ve PKK’yi terör örgütü olarak tanımlamaması Türkiye-Rusya arasında sorun ve gerilim oluşturabilme potansiyeline sahiptir. Türkiye YPG tehtidini en aza indirmeyi hedeflerken, Rusya’nın YPG’ye bakışı daha farklıdır. Dipnotlar [1] http://dirilispostasi.com/n-48376-rusya-pkk-ittifaki-derinlesiyor.html[2] https://www.al-monitor.com/pulse/originals/2017/01/russia-meeting-syria-opposition-moscow-constitution.html[3] http://www.hurriyetdailynews.com/syrian-meeting-in-russia-postponed-over-turkeys-objection-121931[4] http://thenewturkey.org/aleppos-fall-and-the-role-of-russian-iranian-and-ypg-forces/[5] http://thenewturkey.org/aleppos-fall-and-the-role-of-russian-iranian-and-ypg-forces/[6] https://www.zamanalwsl.net/news/article/82842/[7 http://www.thedrive.com/the-war-zone/13941/russian-armor-rolls-into-kurdish-town-as-us-and-turkish-backed-forces-skirmish[8] https://www.haaretz.com/middle-east-news/1.812927[9] https://www.egypttoday.com/Article/2/13282/Egyptian-mediation-behind-ceasefire-deal-in-Syria-s-Ghouta[10] http://www.independent.co.uk/news/world/americas/us-politics/syria-war-us-russia-tensions-iran-drones-jet-miss-assad-putin-trump-latest-a7799576.html[11] http://www.yenisafak.com/yazarlar/elvanalkaya/rusyan%C4%B1n-22-y%C4%B1ll%C4%B1k-pkk-destek-tarihi-2023456
Rakka sonrası İdlib dinamiği Dr. Ammar Kahf  
Yorum / Suriye Gündemi Fırat Kalkanı Harekâtı’nın başarısı sadece terörist unsurların bölge üzerindeki hakimiyetini kırmaktan ziyade,  yerel meclislerin var olduğu faal bir sivil topluma ve siyasi bir geçişe zemin hazırlayan istikrarlı bir ortama da dayanmaktadır. Türkiye’nin İdlib’deki yeni askerî harekâtı hem Türkiye hem de Suriyeliler için bir dönüm noktası niteliğinde. Özellikle Uluslararası Koalisyon’un Rakka harekâtı sonrası Suriyelileri kapsayıcı, katılımcı, mutabakata dayanan ve demokratik değerleri temel alan bir yönetişim sistemi inşa etmelerini sağlamak çok daha önemli bir hale geldi. Teröristlerin devre dışı bırakılmaları askeri harekatlarla kısmen gerçekleştirilebilse de, bu durumun sürdürülmesi ve yerli halk için yeni alternatiflerin oluşturulması daha fazla çaba gerektirmektedir. İdlib, El Kaide bağlantılı grupların yoğun nüfuslu bölgelere sızması sonucunda  şehrin coğrafi ve demografik yapısınıda değiştirmişve güvenlik açısından zorlu bir bölge haline gelmiş durumdadır. El Kaide’ye bağlı aşırıcılara karşı hedef odaklı gerçekleştirilecek askeri hamlelerin yanı sıra, HTŞ’nin kontrol alanında bulunan ve alternatif olan yerel aktörleri yumuşak güç araçlarıyla donatılması gerekmektedir  Bölge halkının su, elektrik, yerel pazarlara ve sınır geçişlerine güvenli ve rahat erişimi mevzubahis yumuşak gücün örnekleri olarak sayılabilir. Bununla birlikte, İdlib İl Meclisi’nin siyasi olarak tanınması düzenin ve istikrarın tesis edilmesi için önemli bir adım. İl Meclisi eğitim ve kapasite geliştirme kadar yerel şehir meclislerini yönetmek ve denetlemek için birtakım araçlara ihtiyaç duymaktadır. Yerel basının güçlendirilmesi ve küresel basına ulaşımının sağlanması asılsız ve radikal anlatıların basın üzerinde hakimiyet kurmasında kısıtlayıcı bir etkiye sahip olacak ve Suriyelilere özgür bir ses ve irade sağlayacaktır. El Kaide grupları çeşitli basın araçlarını kendi ideolojilerini yaymak ve yeni uyuyan hücreleri saflarına katmak için kullanmaktadırlar; dolayısıyla, bu gruplara karşı hem askeri hem de basın araçlarının aktif kullanılmasını gerektirmektedir. Güvenliğin tesis edilmesi Türkiye ve bölgenin ortak meselesidir. Bu bağlamda güvenlik haritasını ve güncel aktörleri tanımak önem arz ediyor. 2011 öncesinde Esad rejiminin istihbarat unsurları bölge ülkelerin güvenliklerine sürekli müdahale etmekteydiler. 2009’a kadar PKK etkinliklerine olanak tanınırken, 2011’de Suriye hapishanelerindeki tüm mahkumları serbest bırakılarak Kuzeybatı Suriye’deki çatışma bölgelerine  gönderilmişlerdi. PKK ve Esed rejimi arasındaki bağlantıları inkâr edilemeyeceği gibi,  Türkiye’ye karşı gerçekleştirdikleri güvenlik manipülasyonları da  eşgüdümlüdür. İran destekli ve İran Devrim Muhafızları Ordusu’nun önemli şahsiyetleri ve komutanları tarafından açıkça gözetilen 60,000 kişilik milis kuvvetlerinin de etkisi yadsınamaz. Yabancı savaşçıların bölgeden çıkışları için kesin bir plan oluşturulmalı ve demografik değişimin ve toprak mülkiyetinin yeni gelenleri meşrulaştırılmasına engel olunmalıdır. Zorluklarına rağmen Astana anlaşması hem Türkiye hem de Suriyeliler için birçok fırsat oluşturmaktadır. Suriyeler açısından bu anlaşma muhalefet tarafından seçilmiş yerel meclisleri meşru hizmet sağlayıcısı olarak görmekle beraber, bu yönetimleri yerel düzen ve güvenlik açısından muhatap kabul etmektedir. Rejimin güvenlik unsurlarının müdahil olmasına izin vermeden, şeffaf ve aktif bir yönetim düzenin oluşturulması; siyasi geçiş süreci için yeni koşullar ortaya koymaktadır. Türkiye açısından ise bu anlaşma hem sınır güvenliğini hem de PYD/PKK’nın başka bölgelere yayılmasını engellenmesini sağlamakla beraber, bu terör örgütlerinin yapılarını zayıflatıp kuşatma altına alacaktır. Bütün bu süreçlerde İran destekli devlet dışı aktörlerin bölgedeki nüfuz alanları  engellenmeli ve bölgeden çıkışları kesinleştirilmelidir. Devlet kurumlarının muhafaza edilebilmesi için devlet dışı aktörlerin zayıflaması ve gücün meşru yerel meclisler tarafından   kontrolünün sağlanması gerekmektedir.